AKP milletvekili aday adayı Prof. Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne atanmasının üzerinden bir ayı aşkın zaman geçti.

Öğrenciler başta olmak üzere, Boğaziçi Üniversitesi’nin akademisyen, idari ve teknik kadroları ile mezunlardan oluşan geniş camiası bu atamayı “kabul edilemez” bularak tepki gösterdi.

Tepki ve protestolar barışçıl nitelik taşıyor. Akademisyenlerin her gün düzenli olarak rektörlük binasına arkalarını dönerek gerçekleştirdiği tepkiler de öğrencilerin protestoları da Anayasa’da güvence altına alınan ifade ve gösteri özgürlüğü sınırları içinde kaldı.

Ama bu niteliği,  kriminalize edilmesine engel olmadı. Uzun bir zamandır, toplumun tüm kesimlerinden her an her dakika, her konuda kayıtsız şartsız biat ve rıza talep eden iktidar için, Cumhurbaşkanı’nın yaptığı bir atamaya karşı çıkmak bağışlanmaz bir suçtu. (!)

Tepkiler kadar önemli olan bir başka şey, tepkilerin durmayışıydı. 3 Ocak’tan bu tarafa ne öğrenciler vazgeçti itirazlarından ne de akademisyenler. Protestolar tarihinde belki de ilk kez, üniversite kapısına polis tarafından kelepçe takıldı.

Önceki gece gözaltı otobüslerinin kampüsüne girdiği Boğaziçi Üniversitesi protestoları farklı bir boyuta taşındı. (İktidara yakın sosyal medya hesaplarındaki bazı yorumlara bakılırsa, Boğaziçi protestoları iktidar nezdinde “ikinci bir Gezi”ye yol açacak bir tehdit gibi algılanmakta.)

TEHLİKELİ TUTUMLAR

Gelinen noktada iktidar unsurları, meşru, demokratik ve barışçıl tepkilerini dile getirmekten vazgeçmeyen üniversite öğrencilerini, toplum önünde suçlu gibi göstermektedir. Bunu yaparken sahip oldukları güce dayanarak nefret dili yaymaktan da çekinmemektedirler.

İktidar unsurlarının öğrencileri bu tutumu,  güvenlik güçlerinin öğrencilere bir suç olan işkenceye varan yöntemlerle sert müdahalelerine yol açmaktadır.

LGBTİ+Yİ HEDEFE KOYMAK

Öte yandan üniversite LGBTİ+ topluluğunun, resmi düzeyde gayet rahat kullanılan nefret dili aracılığıyla hedefe konulduğu, adeta toplumun günah keçilerine dönüştürülmek istendiği görülmektedir. Kullanılan nefret diline gerçekliğin, olguların eğilip bükülmesi çarpıtılması da eşlik etmektedir.

Tepkileri bastırmaya yönelik gözaltı dalgalarında suç unsuru olarak gösterilen bir çalışma, suç yaratmak için olguların çarpıtılmasına örnek oluşturmuştur. Boğaziçi Üniversitesi öğrenci sanat kolektifinin düzenlediği bir sergiye gönderildiği açıklanmasına karşın, sistematik bir ısrarla LGBTİ+ topluluğu hedef alınmıştır. Boğaziçi Üniversitesi Öğretim görevlisi Can Candan’ın dün Halk tv’de Eylül Han Tezel’in sorusuna yaptığı şu değerlerdirmenin altını çizmek gerekiyor:

“Haklı ve barışçıl gösteriyi suç gibi göstermek, bunu toplum içindeki hassasiyetlere, bir nevi düğmelere basarak öğrencileri suçlu göstermek çok tehlikeli bir çaba.”

HEPİMİZİN SORUNU

Bu iktidarın işine gelmese de bir gerçeği hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var: Üniversite, ne ilkokuldur ne de lise. Üniversite; yetişkinliğe yol alacak bir gencin, öğrenimini gördüğü disiplinden, meslekten daha öncelikli olarak; demokrasiyi, özgürlüğü, çoğulculuğu, adaleti, bir arada yaşama iradesini, temel hakları öğrenip içselleştirmesinin zeminidir.

Üniversitenin sözcük kökeninin “evrensel” kelimesiyle akraba oluşunun anlamı da tam olarak budur. Sonuç olarak demokratik, özerk bir üniversite talebi sonuna kadar meşrudur. Bu talep siyasetin, sivil toplumun, medyanın, yurttaşların yani hepimizin meselesi olmak zorundadır.

Özgür, laik, adaletin hakim olduğu bir ülkede insan gibi yaşamak istediğimizden eminsek tabii.