Sadece Ankara’nın değil, Türkiye’nin de en beğenilen ressamlarından biridir Yalçın Gökçebağ.

İki yıl önce İstanbul’a taşındı. Ankara’dayken sık sık bir galerinin arka tarafındaki küçük atölyesine gider, resim yapışını izlerdim. TRT’deki kameramanlık yıllarını, ressamlarla anılarını, resimlerle, özellikle de renklerle ilgili ipuçlarını can kulağıyla dinlerdim.

O nedenle kendisine hep “Hocam” diye hitap ederim.

Haberlerde, Anadolu Yakası’ndaki 11-17  Galeri’de usta ressamlar Ergin İnan ve Zahit Büyükişleyen’le sergi açtığını duyunca, “İstanbul’a gidince Yalçın Hocamı ziyaret edeyim” demiştim.

Çarşamba günü İstanbul’a gelmişken, arayıp ziyaret etmek istediğimi söyledim.

“Atölyedeyiz, akşam gel” diyince de atlayıp gittim.

Beni hoş bir sürpriz bekliyordu. Yalçın Hoca’nın yanında tiyatrocu oğlu Gökçen Gökçebağ ile ressam Zahit Büyükişleyen de vardı. Kendimi adeta bir “sanat sohbeti” içinde buldum.

Siyasetin “s”si yoktu. Zahit Hoca, sıcak ve soğuk, parlak ve mat renklerden, fırça darbelerinden söz ediyordu. Yalçın Hoca, yeni başladığı Anadolu kilimlerini ön plana çıkardığı resimlerinden ve resimlerde renklere, desenlere can veren o ruhtan...

Bir ara laf döndü dolaştı “İstanbul’a taşınmak” fikrine ve “Ankara mı İstanbul mu” sorusuna geldi.

Ben bir çok iş teklifini İstanbul’da yaşamaktan korktuğum için reddetmiş biri olarak Ankara’da kalmayı savundum.

Onlar, başka bir noktaya dikkat çektiler:

Türkiye’nin başkenti Ankara’ydı ama sanatın, edebiyatın ve paranın merkezi İstanbul’du. Büyük koleksiyonlar da hep İstanbul’daydı. O nedenle sanatçıların İstanbul’da yaşaması gerekiyordu. Yalçın Gökçebağ’a sordum:

“Ankara’dan İstanbul’a yeni taşınmış biri olarak böyle mi düşünüyorsunuz?”

Tereddütsüz bir şekilde “Evet” dedi.

“Ben Ankara’da gerçekten yatıyormuşum. Burada resim yapma faaliyetim yüzde beşyüz arttı” diye devam etti.

Zahit Büyükişleyen de İstanbul’un dinamik ve rekabetçi sanat atmosferinden söz etti. Hatta İstanbullu sanatçıların işi biraz abartıp İstanbul’a göç eden ressamlara çok sıcak bakmadığını anımsattı.

Sohbetin ardından Yalçın Hoca’nın yeni resimlerine baktık. Sonra gelenek haline getirdiğim gibi “Hocam eski fırçalardan yok mu bana vereceğiniz” dedim ve bir deste fırça aldım kendisinden.

Sohbete doyum olmuyordu ama sokağa çıkma yasağı başlayacaktı. O nedenle erken ayrılmak zorunda kaldık. Aylardır siyasetin bunaltıcı girdaplarında boğulmak üzere olan bir Ankaralı olarak adeta nefes almıştım.

İnsanı gülümseten, dinlendiren, huzur veren sohbet konuları da olduğunu anımsamak; Resimden, heykelden, tiyatrodan konuşmak; her şeyden önemlisi gülmek, hatta kahkaha atmak iyi geldi.

Ayrılırken şunu düşünüyordum:

16 yaşından bu yana Ankara’da yaşıyorum.

“Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü seviyorum” diyen Yahya Kemal’in aksine ben Cumhuriyet’in başkenti Ankara’ya dönüşü seviyorum.

Her ne kadar son 20 yılda betona ve cama kesse de her ne kadar Cumhuriyet’in kültürel ve mimari mirasına ihanet edilse de Ankara’da beni cezbeden muhteşem bir ruh var.

Belki de Cumhuriyet’in bu kentte kurulmasından gelir o ruh.

Ulus’ta aval aval dolaşırken, Kale’nin etrafında ve içinde zaman öldürürken, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan binalara hayran hayran bakarken iliklerinize kadar hissediyorsunuz o ruhu.

Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Etnoğrafya Müzesi, Anadolu Medeniyetler Müzesi, Devlet Opera ve Balesi, birinci ve ikinci Meclis binaları, Ankara Palas, Opera, Tiyatro ve Senfoni binaları, Radyo binası, Gar binası, TBMM, Bakanlık binaları, Saraçoğlu Mahallesi insana Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını anımsatıyor ve “her zaman umut vardır” duygusunu yaşatıyor.

Benim açımdan Ankara’yı Ankara yapan bir de ODTÜ var tabi.

Sadece devrimci geçmişi değildir ODTÜ’yü ODTÜ yapan.

Bozkırın ortasında sıfırdan bir bilim yuvası ve büyük bir kent ormanı yaratılabileceğinin muhteşem bir sembolüdür ODTÜ. Kampüs’te dolaşmak, meyve ağaçlarının altında hayallere dalmak, Çatı’da sıraya girip kahvaltı almak, Eymir’de yürüyüşe çıkmak da hediyesi.

Neticede neye mi karar verdim?

“Ankara mı İstanbul mu” tartışması gereksiz.

Önemli olan hayata nasıl baktığınız, nasıl yaşadığınızdır.

Kentin ya da mekanın hiçbir önemi yoktur.



Ya AK Parti iktidarının son 20 yılda yarattığı gerilimli kutuplaşma ortamının ve otoyol ve köprüyle tarif edilen vasatlığın bir parçası olup bu bozkırda duygusuz robotlar gibi dolaşacağız ya da inadına kültürün, sanatın, doğanın aydınlattığı çağdaş bir dünyayı dört elle sarılıp mutlu ve huzurlu olacağız.

Hadi siz de üşenmeyin, ilk fırsatta bir resim heykel sergisine, konsere, müzeye gidin.

Sanatçılarla sohbet edin.

Göreceksiniz, umut da var mutlu olma ihtimali de...