Ankara’ya tek başıma geldiğim ilk günü dün gibi anımsıyorum.

Keçiören kavşağında inmemi, önünde “asfalt” yazan Keçiören dolmuşuna binmemi öğütlemişlerdi.

Dedem, “şoföre ve muavine defalarca Keçiören kavşağında inecek” demişti. İnsan, 16 yaşında doğup büyüdüğü yerden ayrılıp, devasa bir şehre tek başına giderken ister istemez ürküyor. Buna bir de aileden uzun süreliğine ayrılmanın verdiği hasret eklenmişti. Korku ve hasret duygusu o kadar ağırdı ki yol boyunca içten içe ağlamış, gözyaşlarımı içime akıtmıştım.

Anadolu’nun uçsuz bucaksız arazilerinde, yılan gibi kıvrıla kıvrıla ilerleyen yollarda süzülen Mercedes 302 model otobüsün içindeki gürültü, sigara dumanı da işin tuzu biberi olmuş, gözüme uyku girmemişti.

Elmadağ tabelasını gördükten biraz sonra yorgunluktan sızmışım.

Uyandığımda (şu anda Ankara Büyükşehir Belediyesi binasının bulunduğu yerdeki) Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne varmıştık.

Şoföre “hani beni Keçiören kavşağında indirecektiniz” demeye cesaret dahi edemedim.

★★★

Ankara’daki akrabalarıma getirdiğim köy ürünlerinin olduğu çuvalı sırtlayıp, valizimi elime alıp terminal alanından ana yola doğru çıktım. Amacım taksiye binmek zorunda kalmadan Keçiören’e gidebilmekti.

Yanıma orta yaşlı bir kadın geldi. Oğlunun hasta olduğunu ve hastanede tedavi gördüğünü, paraya ihtiyaçları olduğunu anlattı. O kadar ikna ediciydi ki cebimdeki taksiye dahi vermeye kıyamadığım kısıtlı paranın bir kısmını ona verebilirdim.

Ancak Kars otobüsünden benimle birlikte inen bir amca yanımıza yaklaşarak “çocuğu rahat bırak” dedi. Sonra da kavşağın diğer üç köşesindeki üç kadını da gösterdi ve “bunlar dilenci, senin gibi yeni gelmiş çocukları kandırıyorlar” diye uyardı.

Büyükşehir hayatına dair ilk dersimi uygulamaları şekilde almış oldum.

★★★

Keçiören dolmuşu ya da otobüsü bulmam gerekiyordu. O ağır yükle yolun karşısına geçip, Kore Anıtı tarafına doğru yürüdüm. Orada nefeslenmek için bir duvara oturdum. Tam karşımda ne olduğunu son anda öğrendiğim Atatürk Kültür Merkezi vardı. Girişin solunda uzunca bir şeritte ağaçlar vardı. Zemini yemyeşildi. Ortada genişçe bir yol, sonunda da piramitlere benzeyen beyaz bir yapı vardı.

Çok etkilenmiştim. Türkiye’nin büyük bir ülke olduğunu, Ankara’nın da o büyük ülkenin başkenti olduğunu bana ilk hissettiren yapıydı AKM binası.

Aylar ayları, yıllar yılları izledi. Üniversite yıllarında yılda en az dört kez otobüs terminaline gittim. AKM’yi Hipodrom’u her gördüğümde hep Ankara’ya ilk ayak bastığım günü anımsadım.

Gazeteciliğe başladıktan sonra da uğrak yerim oldu AKM ve Hipodrom alanı.

Kimi zaman miting yürüyüşleri için orada toplandık.

Milli bayramlarda orada yapılan törenlerde hep göğsüm kabardı, Cumhuriyet’in gücünü, Türkiye’nin büyüklüğünü hissettim.

1997’de aynı alanda eski Çankaya Belediye Başkanı merhum Doğan Taşdelen’in organize ettiği “güneşle geliyoruz” etkinliğinde, Zülfü Livaneli konserini izlerken, “hey özgürlük” şarkısını söyleyen mahşeri kalabalığa bakıp özgürlük ve demokrasi adına umutlandım.

En güzel akşamlarımızı aynı alanda, aralarına ampuller asılı ağaçların altına, kır kahvesi misali dağılmış dost masalarında, Çağdaş Gazeteciler Derneği lokalinde geçirdik.

★★★

Pazar sabahı Fox Haber binasından Batıkent’e dönerken Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin altyapı çalışmaları ve polisin kontrol için kapattığı yollar beni AKM önüne çıkardı.

Çıkarmaz olaydı!

Eski otobüs terminalinin yan tarafındaki eski Belediye Fen İşleri arazisinde distopya filmlerini anımsatan devasa beton ve cam kulelerle karşılaştım.

Öyle bir beton ve cam yoğunluğu vardı ki ve o kadar yüksek ki yekpare camdan, yekpare betondan binalar, kafamı yukarıya kaldırdığımda felaket bir manzara karşılaştım.

O inşaatın karşısındaki Hipodrom ve AKM alanı ise yerle bir olmuştu. Altında kır düğünü yaptığımız ağaçlar yerinde yoktu.

Güya Millet Bahçesi yapılıyor. Her tarafında beton mikserleri, dozerler, inşaat araçları. Dilerim sonu Gençlik Parkı gibi olmaz.

★★★

33 yıl önce ayak bastığım bu kentin, özellikle şu son 10-15 yılda geldiği nokta insanın asabını bozuyor.

Cumhuriyeti kurup büyütenlerin mirasına sahip çıkmadığımız yetmiyormuş gibi, gelecek nesillere de yeşili olmayan, estetik yoksunu, pvc, beton ve cam yığını “ucube” bir Başkent bırakıyoruz.

Yazık, çok yazık!

(Değerli mimarlar, şehir plancıları, inşaat mühendisleri... Siyasilerin, müteahhitlerin önceliklerini, hırslarını anlıyorum ama sizin bu kent suçlarına ortak olmanıza akıl erdiremiyorum! Hiç olmazsa siz imza atmayın bu ucube yapılara!)