Daha önce bir yazımda sözünü etmiştim. Çocukluğumun en unutulmaz mekanlarından biri Bayram Dayı’nın dükkanıydı. Namı diğer Budak Gıda Pazarı.

Masif ahşaptan, boyası solmuş, ağır ve gıcırtılı kapısından girip tezgahın önüne geldiğimde, doğrudan o karton kutuya bakardım. İçindeki beyaz dökme gofretlerin görüntüsü ve kokusu başımı döndürürdü. Peşi sıra Elvan gazozuna bakardım.

Dükkandan dışarı adımımı atar atmaz çocuk aklımla ikisini üçünü üst üste koyup ısırırdım.

Bunu yapmamın ilk nedeni ağız dolusu çiğneyince tadının daha iyi geldiğini sanmamdı.

İkinci nedenim ise evde ağabeyime kaptırma riskiydi.

Sadece gofreti değil, gazozu da eve varıncaya dek bitirmeye çalışırdım. O kadar hızlı içerdim ki gazı burnumu yakardı.

★★★

O yaşlarda uzayı, geleceği, büyük şehirleri, tren katarlarını, en iyi müzik setlerini hayal ederdim ama başka bir şey daha beni çok meraklandırırdı:

Bir çocuğun gofrete, çikolataya, bisküviye, lokuma olan ilgisi acaba hangi yaşta biter?

Kendime sorar dururdum:

Ne zaman o kartondan gofret kutusunun kokusu aklımı başımdan almaya son verecek?

Ne zaman o krem çikolata tüpünü var gücümle ağzımın içine sıkmak, muhteşem bir duygu olmaktan çıkacak?

Ne zaman lokumu iki bisküvinin arasına koyup yemekten vazgeçeceğim?

Neticede öyle bir çocukluk yaşadık ki bayram sabahları doğrudan o janjanlı kağıtlara sarılı “şekerlemeleri” almak, harçlık almaktan daha keyifli gelirdi.

Anne babaların bayramlardaki komşu ziyaretlerini anımsayın lütfen.

Bir çocuk için son derece sıkıcı olsa da hepimiz sırf ikram edilecek çikolatalar için bir köşede sessizce oturmaz mıydık?

Başka zaman eve girmezken eve misafir geldiğinde sırf “belki bana da şeker çikolata tutarlar” diye misafir odasında beklemez miydik?

Rahmetli Şamama Nenem bayramlık şekerlerini, lokumlarını ve hoşaflık kişmişini (kuru üzüm) tahta bir oy sandığında saklardı. Ben de çividen yaptığım bir anahtarla gizlice kilidi açıp yerdim.

Anahtarı sürekli belinde gezdirdiği ve kilit hiç kırılmadığı için, sandığı her açtığında içindekilerin azalmasına bir türlü anlam veremezdi.

Bu gerçeği üniversite öğrencisi olana dek kendisine söyleyememiştim. İtiraf ettiğimde boynuma sarılıp “sana helal olsun” demişti.

Ben de iş güç sahibi olunca, aramızdan ayrılıncaya dek, her ziyaretimde o sandıkta sakladığı şeylerden satın alıp götürerek kendimi affettirmeye, vicdanımı rahatlatmaya çalışmıştım.

★★★

23 Nisan günü küçük Azad’ın yaşadığı azabı görünce aklıma, Azad yaşında olduğum, çikolataya, şekere, gazoza çok kıymet verdiğim o günler geldi.

Devletin kötülerden, zalimlerden esirgediği bir çocuktu Azad. Bir siyasi şov uğruna giyindirilip kuşandırılıp kameraların karşısındaki bakan koltuğuna oturtulmuştu ve ne yazık ki bir dirhem çikolata, bir bardak gazoz da Azad’dan esirgenmişti.

Şöyle diyordu, Azad’ın oturduğu koltuğun çiçeği burnunda sahibi Derya Yanık Hanım:

“Tabi ramazan olduğu için bir şey ikram edemedik. Ramazandan sonra aynı evde kaldığı 5 arkadaşıyla birlikte bize misafir olarak gelecek o zaman çikolata ve çay hakkımızı kullanacağız, değil mi Azad?” 

Değil sayın Bakan!

Belki de lunaparka gider gibi gelmişti oraya Azad?

Onun için heyecanlı, eğlenceli bir aktiviteydi şehir merkezine gelmek, bir bakanlık binasına girmek, bir bakan koltuğuna oturmak, ikram edilecek bir oyuncağın, bir dirhem çikolatanın, bir bardak gazozun hayalini kurmak.

Keşke izin verseydiniz de çikolata ve çay hakkını ne zaman kullanacağına Azad ve ev arkadaşları karar verseydi sayın Bakan!

Devletin şefkatli kollarına sığınmış bir çocuğu böyle teşhir ettiğiniz yetmiyormuş gibi, oruç tuttuğunuzu, koltuğu borçlu olduğunuz insanlara duyurmak amacıyla, bir çikolatayı, bir bardak gazozu dahi çocuktan esirgemiştiniz.

Yakışmadı sayın Bakan!

Yaptığınızı savunmak, eleştirilere sert yanıtlar vermek, “şöyle oldu da böyle oldu da” demek, “bakan” gibi davranmak yerine elinizi vicdanınıza koyup “iyi bir insan” olmalı ve Azad’dan aleni bir şekilde özür dilemelisiniz.