AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, geçen Pazartesi günü düzenlediği basın toplantısında şöyle dedi:

“Birileri DEAŞ terör örgütüyle mücadele ediyor diye PKK’ya destek verme gibi bahaneler ararken Türkiye, DEAŞ’le de mücadele eden yegane terör örgütüdür, PKK’yla da ve diğer terör örgütleriyle mücadele eden yegane terör örgütüdür.”

Birileri hemen “Ömer Çelik gaf yaptı, Türkiye’ye terör örgütü dedi” diye kıyamet kopardı. Oysa Çelik’inki bir gaf değil, hepimizin başına gelebilecek bariz bir dil sürçmesiydi. Bu dil sürçmesinin üzerinden Ömer Çelik’in hedef tahtasına konulmasını çok yanlış buluyorum ama şu iki konunun da altını çizmek istiyorum:

1) Benzer dil sürçmeleri muhalefet kanadından geldiğinde inanılmaz bir linç kampanyası başlatılıyor. Sadece sosyal medya kullanıcıları değil, iktidardan siyasetçiler, hükümet yanlısı gazeteler, televizyonlar günlerce o olayı yazıp konuşuyor. “Merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” sözü iktidar temsilcilerin ağzından eksik olmuyor. Bu cümleyi Kemal Kılıçdaroğlu kursa, “terör desteğini itiraf etti” başlıklarıyla manşetlerden inmezdi. Bakalım AK Parti Sözcüsü Çelik, gelecekte muhalefet temsilcilerinin başına aynı şey geldiğinde yaşadığını anımsayıp, “dil sürçmesidir, üzerinde durmayın” diyebilecek mi?

2) Psikiyatristlere göre dil sürçmeleri genelde çok konuşmaktan ve yorgunluktan olur. Hem uzun konuşup hem ifade edilecek düşünceyi çok içselleştirip, benimsememişseniz, dilinizin sürçmesi işten dahi değildir. Hele hele söyleyecekleriniz kendi düşünceleriniz değil de “söylemek zorunda kaldıklarınız” ise dil sürçmesi riski daha da yüksektir. Ömer Çelik’ten örnek vermek gerekirse, Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne yapılan atama konusunda söyledikleri tam da bu kategoriye giriyor. Melih Bulu’nun AK Partili olduğu için tavassutla atandığını, 12 Eylül askeri darbesinden bu yana Boğaziçi’ne dışarıdan atanan ilk rektör olduğunu hepimizden daha iyi bildiği halde, yapılanın “demokratik bir uygulama” olduğunu savunmak, “Cumhurbaşkanımız bu hocamızı LİYAKAT çerçevesinde uygun görmüştür” demek, gerçekten zor olsa gerek.

386


Okumuşsunuzdur ama hatırlatayım. Başlıktaki rakam ne biliyor musunuz?

2020 yılında erkek şiddetine kurban giden kadın sayısı!

Birileri “aslında sayı artmadı ama farkındalık arttı” diye bizleri avutmaya çalışabilir.

Hayır, öyle değil. Kadına yönelik şiddet olayı sayısı da mağdur kadın sayısı da bal gibi arttı.

Gün geçmiyor ki bir kadına yönelik şiddet haberi daha gelmesin.

2021’e daha yeni girdik. 4 Ocak günü 4 kadın yine erkek şiddetiyle hayatını kaybetti. İki kadın da şiddet mağduru oldu.

Cumhurbaşkanı muhalefet partilerindeki başörtülü kadınlara “vitrin süsü” demeyi bırakıp, bu konuda inisiyatif almalıdır.

PKK, DHKP/C ve IŞİD gibi terör örgütlerine göz açtırmayan İçişleri Bakanlığı’nın tez zamanda bu sorunu da masaya yatırmalıdır.

Zira “erkek şiddeti”, “terör” boyutlarına geldi ve bu nedenle son bir yılda kaybettiğimiz kadınların sayısı, terörle mücadele, deprem, sel, çığ düşmesi gibi felaketlerde kaybettiğimiz insanların sayısından fazla.

Sağlar’a soruşturma Fikir Özgürlüğü ihlalidir


Türkiye’nin taraf olduğu ve Anayasamızın 90. Maddesi gereğince iç hukukumuzdan üstün olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Düşünceyi ifade özgürlüğünü” düzenleyen 10. Maddesi şöyledir:

“Herkes görüşlerini açıklama ve ifade özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir.”

Fikri Sağlar’ın “türbanlı” yargı mensuplarıyla ilgili sözleri, bu konudaki fikirlerinin açıklanmasından ibarettir. Söyledikleri herhangi bir hakaret içermiyor. Nefret suçu ya da şiddete teşvik de yoktur.

Fikri Sağlar’ın fikrine katılmak ya da desteklemek zorunda değiliz (Ben katılmadığımı yazdım).

Ancak Fikri Sağlar’ın fikrini ifade etme hakkını sonuna kadar savunmak zorundayız.

Bu çerçevede, Sağlar hakkında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçlamasıyla açılan soruşturmanın, eğer mahkumiyetle sonuçlanırsa, yakın gelecekte Anayasa Mahkemesi ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden “düşünce özgürlüğü ihlali” ve “tazminat” olarak döneceğini  tahmin etmek zor değil.

Şimdiden söylüyorum: Eğer böyle bir durum gerçekleşirse o tazminatı devlet (yani vergi veren vatandaş) değil, o kararda imzası olan yargı mensupları ödesin!

Bu konuda fikri takibi bırakmayacağım.