Bizim kuşaktan olup yatılı okuyanlar bilir. 400-500 öğrencinin kahvaltı yaptığı bir yemekhaneye, öyle çaydanlıklarda çay yapıp yetiştiremezsiniz.

Devasa kazanlara ihtiyaç duyarsınız (şimdilerde çözüm bulunmuş, büyük çay makinaları yapılmış).

Bizim okulda da öyleydi. Mutfakta devasa kazanlarda demlenirdi çay. Sonra devasa bir kepçe ile devasa çaydanlıklara doldurulur ve 16 kişilik masalara dağıtılırdı.

Bazı zamanlarda hiç haz etmediğimiz durumlar olurdu. Yolunu kaybetmiş bir kurbağa o devasa kazanı gölet sanıp içine atlardı (ya da şakacı bir öğrenci kazana kurbağa atardı). Mutfaktaki keşmekeş içinde kimse bunu fark etmezdi. Ancak çayı kepçeyle çaydanlıklara aktarırken kurbağanın ölüsünü görürlerdi (“Bunu fark edince çayı döküp kazanı yıkayıp yenisini yaparlar mıydı” diye sormayın lütfen, cevabı bilmiyorum).

★★★

Biliyorsunuz, ünlü bir şehir efsanesi var: “Kurbağayı soğuk suya koyup ısıtırsanız, suyun ısındığını fark etmez ve su kaynayınca oracıkta ölür.”

ODTÜ’de biyoloji okurken, laboratuvarda kurbağa deneyi yapmış, “sıcak ve soğuk kanlılık” konusunda makaleler okumuş biri olarak bu efsanenin doğru olduğuna dair hiçbir bilimsel bulguya rastlamadım.

Buna rağmen yatılı okuldaki çay ve kurbağa deneyimlerimiz yüzünden bu efsaneye hep inandım.

Biyologlar kurbağa ve ısıtılan su efsanesine bilimsel açıdan çok pirim vermese de sosyologların, felsefecilerin, siyasetçilerin bir çok gelişmeyi açıklarken bu efsaneyi referans göstermesi, bu konuda yalnız olmadığımı düşündürüyor.

Eminim siz de inanıyorsunuzdur.

Düşünsenize 20 yıl önce tuhaf karşıladığımız ama bugün sıradanmış gibi gördüğümüz bir durumu açıklarken aklınıza ilk gelen örnek nedir?

★★★

Ben de son Sedat Peker videolarının yansımaları üzerinden Türkiye medyasının verdiği sınavı düşünürken kurbağa ve ısıtılan su efsanesini anımsadım.

Maalesef Türk medyası kurbağa gibi 20 yıldır ısıtılan bir su içinde tutuluyor. Öyle bir medya düzeni kuruldu ki gazetecilik öyle bir evrim geçirdi ki “köpek insanı ısırınca değil, insan köpeği ısırınca haberdir” gibi gazetecilik klişelerini dahi unuttuk.

İçinde cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, gazete baskını, “suç örgütü lideri” diye niteledikleri birinden para ve destek almak gibi olayların geçtiği iddiaları dahi görmezden gelen bir iktidar medyası var.

Hükümet, bu süre içinde ambargolarla, akreditasyon yasaklarıyla, ceza ve ilan yasağı gibi yaptırımlarla, yargı silahıyla kontrol ettiği basın kuruluşları için gazetecilik çerçevesini ne yazık ki “iktidar için halkla ilişkiler” ve “iktidar için propaganda” seviyesine indirmiş (Elbette muhalefetle ilgili her türlü gazeteciliği yapmak serbest!).

İktidar için makul gazeteci profili, “iktidar icraatlarını öven, iktidara her türlü eleştirilerden kaçınan, iktidarın yanlışlarını görmezden gelen, muhalefetin hataları söz konusu olduğunda lafını esirgemeyen ve sahip olduğu gücün maddi manevi nimetlerinden yararlanan kişi” haline geldi.

★★★

Peki bu medyada nasıl bir ortam yarattı?

Sedat Peker’in gündeme getirdiği iddiaları bir yana bırakın, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa etti, istifasını haber yaptıracak medya kuruluşu bulamadı.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Sedat Peker’e yanıt verirken kendisinden önceki bakan ve bürokratları hedef aldı, hedefindeki o isimler kendilerini savunacak bir mecra bulmakta zorlandı.

Tersine, Anadolu Ajansı FETÖ ile mücadelede kritik roller oynamış isimleri “fetö izi” başlıklı bir haberle hedef tahtasına koydu.

O koltuklarda otururken hükümete yakın medya kuruluşlarınca baş üstünde taşınan isimler, koltuğu kaybedip mağdur edildiklerinde maruzatlarını anlatacak muhatap dahi bulamadı. Mecburen, görevdeyken uzak durdukları, yasak uyguladıkları bağımsız medya kuruluşlarına ve gazetecilere başvurdular. Seslerini onlar üzerinden duyurdular.

★★★

Peker olayıyla medyada görmezden gelemeyeceğimiz başka bir sonuç daha ortaya çıktı: Kamu kaynaklarının, ihale havuzlarında toplanan milyarların akıtıldığı hükümet medyasının toplamı, gündem ve kamuoyu yaratma meselesinde Sedat Peker’in bir tripoduna ve telefonuna yenildiler. O tripod ve telefon, yüzlerce insanın çalıştığı, milyonların harcandığı iktidar medyası kalesini kolayca sarstı.

Bugün devasa plazalardan yayın yapan o televizyonlar, bırakın Fox TV’yi, SÖZCÜ TV’yi, Halk TV’yi Tele 1’i, izlenilirlikte Cüneyt Özdemir’in, Fatih Portakal’ın, Armağan Çağlayan’ın ve Murat Yetkin’in youtube yayınlarının yanına dahi yaklaşamıyorlar.

Çünkü insanlar gerçeklerin artık sadece bağımsız mecralarda dile getirildiğinin farkında.

Bakın göreceksiniz, bağımsız medya bir gün bugünün muktedirlerine de lazım olacak.

Çok yakında koltukları kaybettiklerinde seslerini duyurmak için şimdilerde toplantılarına davet etmedikleri, uçaklarına almadıkları, akreditasyon yasağı uyguladıkları, adliyelerde süründürdükleri gazetecilere muhtaç olacaklar.

Bugün yanlarında olan gazetecilerin kapısını çaldıklarında kapı duvar olacak.

Çünkü bugün yanlarında olan o “gazeteciler”, vakit kaybetmeden yeni muktedirlerin yanına yanaşacak.

Biz ne mi yapacağız?

Yine yeni muktedirler tarafından itilmeyi kakılmayı göze alıp gazetecilik yapmaya devam edeceğiz!