Hasat zamanlarında tırpanı, tırmığı ve dirgeni omuzlayıp yola koyulurduk.

“Nereye gidiyorsun?” diye soran olursa çok basit bir cevabımız vardı: “Çöle”

Nadasa bıraktığımız, arpa, buğday ya da yulaf ektiğimiz tarlaların bulunduğu o uçsuz bucaksız platoya “çöl” derdik.

Çocukluğum, baharda yeşile kesen, çiçekleriyle bin bir renge bürünen, arıların kanat çırptığı, yaban hayvanlarının koşuşturduğu, bıldırcınların yuva kurduğu, sunduğu nimetlerle yıl boyunca karnımızı doyuran o tarlalara neden “çöl” denildiğini düşünmekle geçti.

Sonunda şöyle bir yanıt buldum:

Bilimsel açıdan çok az yağış alan, bitki örtüsü neredeyse hiç olmayan ekosisteme çöl dense de Anadolu insanı için çöl, ağaç olmayan yerdi.

Bizim tarlalarda da güneş altında çalışırken, yorulduğumuzda gölgesine oturup dinlenebileceğimiz, evden getirdiğimiz somuna domatesi ya da yeşil üzümü katık ederek karnımızı doyuracağımız tek bir ağaç dahi yoktu.

★★★

Bir ağaç gölgesinin ne kıymetli olduğunu o tarlalarda öğrendik.

O tarlalarda maruz kaldığımız güneş ve sıcak sayesinde gölgesinde oturacak bir ağaca özlem duyduk ve hep bir dikili ağacımız olsun istedik.

“Bir dikili ağacı olmamak” deyimi, “ağaç” sözcüğü “mal mülk” anlamında kullanıldığından bir “yoksulluk” durumunu anlatır.

Ancak bana göre en büyük yoksulluk, deyimdeki “ağaç” sözcüğünün gerçek anlamında kullanıldığı bir durumdur.

İnsan hayatı boyunca birçok mal mülk edinebilir, villalara, yatlara, atölyelere, fabrikalara, hanlara, hamamlara sahip olabilir, çevresinde “zengin” diye tanımlanabilir.

Ancak bir ağacı elleriyle toprağa dikmemişse, o ağacın yeşerip büyüdüğünü izlememişse, o ağacı korumak için çabalamamışsa o insan gerçekten yoksuldur.

★★★

Bu satırları yazarken, çocukluk ve gençlik yıllarımızda her bahar çelikleme yöntemiyle yeşertmeye ve büyütmeye çalıştığımız söğüt ağaçlarını düşündüm.

Ağaç dikebilmek için baharın gelmesini iple çekerdik. Diktiğimiz fidanları her gün kontrol eder, filizlenmesini beklerdik.

Çoğu zorlu iklim koşullarına dayanamayıp kururdu. Ancak biz yılmazdık sonraki baharı bekler yeniden dikerdik.

15 gün önce Kars’ta çektiğim bu fotoğraftaki ağacı da yaklaşık 40 yıl önce ellerimle dikmiş, gözüm gibi bakmıştım. Sağındaki solundaki ağaçlar kurumuş ama o direnmiş, yaşamıştı.



Annemle babamın bu ağaçtan söz ederken “Deniz’in ağacı” dediklerini fark ettim. Göğsüm kabardı, kendimi çok zengin hissettim.

★★★

Rize İkizdere’de, Muğla Köyceğiz’de, Muğla Okluk Koyu’nda, Ordu Fatsa’da, Kazdağları’nda, Sarıkamış ve Göle ormanlarında rant uğruna on binlerce ağaç kesildi. Doğru dürüst yangın söndürme uçağımız olmadığı için Marmaris’te, Manavgat’ta binlerce ağacın yanışını film gibi izledik.

Ölen her ağacın 40 yıl önce ellerimle diktiğim o söğüt ağacınınkine benzer bir hikayesi vardı. Ağaçlarla birlikte o hikayeler, o hikayelerle birlikte yaşam da yok oluyor.

Ne yazık ki yaşatamadığımız her ağaçla o büyük çöle bir adım daha yaklaşıyoruz.

Ağaçları çoğaltmak ve var olanları yaşatmak için bir şeyler yapmazsak çok geç olacak!