Emily, yakınlarda kaybettiğimiz ünlü ruhbilimci ve yazar Profesör Doğan Cüceloğlu’nun ilk eşinin adıdır. Doğan Hoca’nın kendini ve hayatını anlatan video kayıtlarını birkaç kez dikkatlice izledim. Bu hatıratın içinde ilgimi en çok, üç çocuğunun annesi ilk eşi Emily’ye reva gördüğü kötü davranışlarından dolayı günah çıkardığı bölümler çekmiştir. Doğan Hoca belki de “bizi, kendimizle yüzleşmeye ikna etmek için” örnek olsun diye kendini otopsi masasına yatırmıştır. Belki de itiraf ettiği kadar haksız değildir; onu bilemem. Ama gözlerinden okuduğum kadarıyla, hiçbir yapmacıklığa kaçmadan şöyle konuşuyordu: “Emily’ye çok haksızlık ettiğimi şimdi anlıyorum. Her fırsatta Emily’yi kırdım, üzdüm, incittim... Ona kızgındım. Ama (gerçekte) ben kendime kızgındım. Emily, bana uyum göstermek için elinden gelen her şeyi yaptı. Türkiye’ye geldi, Türkçe öğrendi. Türk yemekleri pişirdi. Ben yedek subaylığımı er olarak yapmayayım diye benden geçici olarak boşanmayı bile kabul etti. Halbuki onun sevgisine layık olmak için, benim askerliğimi er olarak yapmam  gerekirdi. Emily’yi üç çocukla Amerika’da bırakıp Türkiye’ye döndüm. Sonra pişman oldum. Kaliforniya’ya geri gittim. On yıl evli kaldıktan sonra ayrıldık.”

Doğan Hoca, bir sosyal bilimci olarak bu günahları niçin işlediğini şöyle anlatıyor: “Ben, Silifke’nin Mukaddem Mahallesi’nde yetişmiş, 11 çocuklu bir ailenin 11. çocuğuydum. Benim  koca ve baba için rol modelim babamdı. Emily ise liberal bir Amerikalı genç kızdı.”

KÜLTÜR TENİN ALTINDADIR

Doğan Cüceloğlu, Allah vergisi doğuştan yetenekli bir insandır. Psikologdur yani insan ruhunun en ince kıvrımlarını bilir. Lise öğrenimini Ankara’da görmüş, üniversiteyi İstanbul’da bitirmiş, Amerika’nın seçkin bir üniversitesinde doktora yapmış ve akademisyen olmuştur. Bu kadar donanımlı bir Türk insanı, ilk evliliğini hâlâ “babadan gördüğü” tarzda götürmeye çalışmışsa, onun kadar donanımlı olmayan bu toprakların erkekleri kadınlarına ne yapar, kadınları da erkeklerine nasıl davranır  acaba? Pek tabii “babadan ve anadan gördükleri gibi”. Kadın erkek birlikteliği yani evlilik veya daha genel olarak “yaşamda ortaklık” her zaman ve her yerde sorunludur. Birbirine değen cisimler hareket edince sürtüşür. Sürtüşme, yüzeylerde ısınmaya, ısınma da yanmaya ve hatta yangına sebep olur. İş hayatında da ortaklıkların, ortaklar kardeş olsalar bile, ne kadar çok sürtüşmeye sebep olduğu ortadadır. Katoliklikte evlilik sürsün diye “boşanmak günah” ilan edilmiştir. Acaba niye?

HOMONGOLOS

Reşat Nuri’nin “Bir Kadın Düşmanı” adlı romanındaki kötü erkeğin adı Homongolos’tur. Erkeklerin birlikte olup da kendilerinden ayrılmak isteyen kadınlarını acımasızca dövdükleri ve hatta öldürdükleri haberleri medyada yer aldıkça bu ülkedeki her erkeği bir “homongolos” olarak gören bir feminizm ortaya çıktı. Bu cinayetlerin sosyal, kültürel, ekonomik ve psikolojik nedenlerini bulup ortadan kaldırmaya çalışmak yerine “faillere idam” çığlıkları atılmaya başlandı. Her yanlış eylem türünü ortadan kaldırmak için çareyi “cezaları artırmak”ta bulmak, en işe yaramaz basmakalıp düşünme tarzımızdır. Bu ülkede “Sallandır iki kasap, bak et fiyatları nasıl düşer” diyenler bile olmuştur. Bu yazıyı yazmadan önce, ülkemizde kadın cinayetlerinin son yıllarda artıp artmadığını araştırdım. Arttığını iddia eden yazı ve istatistikler buldum ama hiçbiri güvenilir değil. Benim endişem, yaratılan bu “Kahrolsun erkekler” havasının, eskisine göre eşler arasında daha fazla güvensizliğe, sevgisizliğe, münakaşaya, huzursuzluğa ve hatta daha çok aile içi şiddete ve cinayete sebep olmasıdır.

Son söz: Erkekler, kadınların dostudur.