Türkçe’de “can çıkar, huy çıkmaz” diye gerçeği mükemmel şekilde ifade eden bir deyiş vardır. Bu söz, her ne kadar bireyler için söylenmişse de toplumlar için de geçerlidir. Zaten toplumlar, yani milletler, halklar, kavimler aslında birer canlıdır. Tunuslu toplumbilimci İbn-i Haldun’un (1332-1406) deyişiyle her bir toplumun yaşamını düzenleyen ayrı bir “asabiyeti” vardır. Asabiyet “geçmişten geleceğe bir köprüdür”. Çünkü bir toplumu oluşturan bireylerin hepsi, aynı anda doğup aynı anda ölmediği için, toplumların ve onu oluşturan bireylerin asabiyeti, nesilden nesile devam eder. Asabiyet, kolektif şuurdur, kitle psikolojisidir, kolektif ruh ve ortak akıl (veya ortak akılsızlık) dır. İbn-i Haldun’un asabiyet diye adlandırdığı şeye sosyal antropologlar “kültür” demektedir. Türk toplumbilimcilerin öncüsü Ziya Gökalp 1918’de yazdığı “Hars ve Medeniyet” başlıklı makalesinde, buna “hars” demiştir. Kültür sözcüğü Latince’de “üretme, yetiştirme” anlamına gelir. (Mesela kültür balıkçılığı). Bu anlamdan kalkılarak, kültür kelimesinin Türkçesi olarak “ekin” önerilmiştir ama tutmamıştır.

YURDUM İNSANININ İKTİSADİ ASABİYETİ

Türkiye Cumhuriyeti ulusunu, 1923’de leylekler torba içinde getirmemiştir. Bizler Osmanlı atalarımızın çocukları, torunları veya torun çocuklarıyız. Onlarla aynı asabiyeti paylaşıyoruz. Daha doğrusu onların asabiyetini (ihmal edilebilir farklarla) sürdürüyoruz. Türlerin ölümüne savunduğu şey “onu, diğer türlerden farklı kılan genleridir”. Buna “asabiyeti” sürdürmek de  denebilir. Osmanlı atalarımız Batı’nın hars ve medeniyetinin (asabiyetinin) mahsulü silahlara, araçlara, gereçlere ve yüksek yaşam düzeyine hayran kalmıştı. Biz de askeri açıdan bu kadar güçlü olalım; onlar gibi yüksek düzeyde bir hayat sürelim istediler. Ama biz yine biz kalalım “asabiyetimiz” değişmesin dediler. Pek tabii, ikisi de olmadı. Ne Batılılar kadar gönençli bir yaşam yaratılabildi ne de asabiyet korundu. Daha doğrusu ikisinden de biraz oldu. Türk ulusu, Batı’yla temas ettikçe, hem az çok gelişti; hem de asabiyeti nispeten değişti. Zaten termodinamik “soğuk ile sıcak su karışırsa, ortaya ılık su çıkar” der.

OSMANLININ İKTİSADİ DÜZENİ

Osmanlı’nın iktisadi düzeni, İslami asabiyetten türemiştir. Sayısı çok az da olsa, akıllı din hocalarının affına sığınarak bir tespitimi ifade edeceğim. “İslam, zenginliği (milli gelir diye okuyun) millet değil, Allah yaratmıştır” der.  Batı’da buna fizyokrasi (doğanın egemenliği) denmiştir. Bu görüş, kısmen doğrudur. Ama doğrunun tamamı değildir. İslam uleması ve dolayısıyla öğretisi, ekonomiyi kavrayışta fizyokrasiden ileri gidememiştir. Bu yüzden de “milli gelir nasıl büyür değil, nasıl bölüşülür” üzerine hüküm geliştirmiştir.  Bugün de toplumumuzun ezici çoğunluğu (özellikle AKP muhalifleri) “Türkiye’nin milli gelirinin yetersiz değil, dağılımının adaletsiz olduğuna” inanmaktadır. Sözde serbest piyasacı AKP bile, şu ara işine geldiği için halkın asabiyetini istismar ederek, fahiş fiyatla mal satan açgözlü şirketler (5 büyük zincir market diye okuyun) olmasa, halk her istediği maldan, istediği kadar satın alabilecek diye beyin yıkamaktadır. İşin beni asıl üzen tarafı, akılcı olması gereken laiklerin de aynı görüşte olmasıdır.

Son söz: Üleşmeyi bırak, üretmeye bak.