Son yirmi yılda Türkiye’de çok önemli değişiklikler oldu. Bunları tek tek sayabiliriz ama bence en önemlisi toplumun ‘şaşırma duygusunu’ yitirmiş olması. Artık hiçbir şeye şaşırmaz olduk.

Mesela bir iktidar milletvekili çıkıp “Bizden önce önce Türkiye’de otomobil mi vardı?” diye tuhaf bir cümle kuruyor ve kimse böylesi bir saçmalığa şaşırmıyor.

Misal, meclis kürsüsünden Gülen’e methiyeler düzen ve “O mübarek insan için asla söz söyleyemezsiniz” diye parmak sallayan eski bir bakanın hala parti içinde etkin görevlerde olmasına da kimse şaşırmıyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanı’na “teröristbaşı” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbete çarptırıldığında da hiç kimse şaşırmamıştı.

Sudan sebeplerle, hatta henüz basılmamış bir kitap yüzünden gazetecilerin hapse atılmasına da kimse şaşırmadı.

Fetöcüler’in hapse attığı gazetecilerin tahliye olmasından sonra, mevcut hükümetin aynı gazetecileri Fetö’cü suçlamasıyla adliye koridorlarında ve demir parmaklıklar arkasında süründürmesine de kimse şaşırmadı.

Ya da...

“Ne istediniz de vermedik?” dedikleri o örgüt, gün gelip darbeye kalkışınca, “Kandırılmışız, Allah affetsin” diye geçiştirilmesine de kimse şaşırmadı.

Medyada yalan yanlış haberler yapmakla suçlayan kesimin, medyayı ele geçirdikten önüne gelen herkesi linç etmelerine de şaşırmadı kimse.

Bir grup, anlayış ya da ideolojinin adaleti ele geçirdiğini düşünenlerin, gün gelip sadece kendi partidaşlarına hakim, savcı olarak atamasına da kimse şaşırmıyor.

Onca güvenlik görevlisine rağmen, üstelik şehit cenazesinde, ana muhalefet partisi liderine öldüresiye saldırılmasına da şaşırmadık, saldırganların hemen salıverilmesine de...

Kendileri dışında her partiyi terörist ilan edip, Öcalan’ın terörist kardeşini TRT ekranlarına çıkarıp, seçimde medet umulmasına da kimse şaşırmadı.

Suç örgütü liderinin, ülkenin lideriyle fotoğraflarının yayınlanmasına kime şaşırmayınca, aynı kişinin yaptığı birbirinden enteresan açıklamaya ve suçlamaya da şaşırmıyor.

Mafya liderlerinin hapisten tahliyesine de kimse şaşırmıyor. Tıpkı seçimlerin yenilenmesinde olduğu gibi, ellerini arkadan bağladı diye İstanbul’un Belediye Başkanı’nın suçlanmaya çalışılmasına da şaşıran yok.

Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz. Çünkü ülkede yapılabilecek bütün ve yanlışlar o kadar üst perdeden yapıldı ki; yorgunluktan ve bıkkınlıktan kimsenin şaşıracak hâli kalmadı.

AÇIK HAVADA VİRÜS OLUR MU?


“Tam kapanma süreci”nin salgınla mücadelede çok önemli sonuçlar verdiği turkuaz tablolarla dile getiriliyor. Fakat yapılan bazı açıklamalara bakacak olursak, virüs sanki kaldırımları ve köşe başlarını tutmuş da bizi bekliyor. Sanki virüs açık havada bize saldırmak üzere pusu kurmuş.

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanı Prof. Hasan Tezer’in Bilim Kurulu’nun Twitter hesabından geçen gün şöyle bir açıklaması yayınlandı.

“Kurallara daha da uymamız, bu dönemde evlerden çıkmamamız gerekiyor. Teması artırıcı kalabalıklar oluşturacak faaliyetlerden uzak durmamız gerekiyor. Zorunlu olmadığı sürece aslında marketlere de gitmememiz gerekiyor.”

Bu açıklamaya, salgın sürecinin en güvenilir bilim insanlarından, ABD’deki Jackson Laboratuarı baş araştırmacısı Prof. Dr. Derya Unutmaz yine Twitter’dan yanıt verdi:

1) Rahatlıkla dışarı çıkın, yürüyüş yapın, nefes alın, açık havada korona yok. Eve hapsolmayın

2) Kalabalıklardan uzak durun tamam, ama bu TÜM kalabalıklar için geçerli

3) Markete gidip satın almanız yasak mallara (örneğin Kitap) saatlerce bakıp hüzünlenmeyin

4) Yaşam umudunuzu yitirmeyin

Sonuç: Açık havada kimseye virüs bulaşmaz.

ZORDUR BEŞİKTAŞLI OLMAK


Çocukluğumdan biliyorum ben. Zordur gerçekten Beşiktaşlı olmak. Biraz yalnızlık duygusudur, biraz da azınlık olma hali. İkisini de sevdim ben. Yalnız olmayı da, azınlıkta kalmayı da sorun etmedim.

Mesela ilk şampiyonluk sevincini 16 yaşında yaşadım. Doğup büyüdüğüm mahallede, beni omuzlarında ilk maçıma, İnönü’ye götüren büyük abim ilhan vardı, bir de abimle yaşıt Yaşar Birincioğlu Abi’yi hatırlarım Beşiktaşlı olan. O kadar. Daha çocuk yaşta anladım yani, zordur Beşiktaşlı olmak.

Ağır mağlubiyetleri de gördüm, küme düşmelerin kıyısından dönmeyi de. İlk yarıyı önde kapatıp, çocukları “Turu geçtik hadi gidip yatın” dedikten sonra mağlup olup, sonucu sabah çocuğuna anlatmanın zorluğunu yaşadım.



Bize şerefli ikinciliği yaşatanları da gördüm, 92-93 sezonunda şampiyonluğu kaybetmeyi de.

Zordur Beşiktaşlılık, sadece rakiplere değil, sisteme de kafa tutmak zorundadır Beşiktaşlı. Başka türlü ayakta kalamaz.

Öyle zordur ki; Beşiktaşlı olmak, Başkan Seba’nın dediği gibi “rakibi yenmek yetmiyor, hakemi de yenmek zorunda” kalıyorsun.

Saldırılara karşı koymaktır Beşiktaşlılık. Öyle ki; sadece rakiplerin saldırısı değil, terör saldırılarına bile karşı koymak zorunda kalırsın. Terörist bile senin stadına saldırır.

Çünkü amacı, ‘çok seven’ insanlara korku salmaktır, bu yüzden senin stadını seçer. Şehitler verirsin.

Bu kadar zordur yani Beşiktaşlılık.

Şampiyonluk yarışında önde giderken, bir anda takımın yarısı sakatlanır, bir kısmı cezalı. Öyle kalır, kara kara düşünürsün.

Cebinden yol parası olmayıp, yürüye yürüye stada ulaşmanın zorluğunu yaşayanların takımıdır Beşiktaş. Hayat zordur, Beşiktaşlı olmak daha da zor.

Sonra rakipler yakalar seni, sen bir adım önde... Tökezlesen şampiyonluk gidecektir, yine kara kara düşünürsün. Bu yüzden zordur Beşiktaşlılık.

Son dakikaya önde girip, bun rağmen kıvrım kıvrım kıvranırsın.1903’de doğup, 90+3’de kalp krizi yaşarsın.

Yakınların şampiyonluk şarkıları söylerken, “Durun, son maç bitsin öyle coşalım’ demek zorunda kalmaktır Beşiktaşlılık. Zordur.

Böyle zor bir yolculukta, kolay gibi görünen ve gittikçe zorlayan son haftalarda, ayakta kalmaktır Beşiktaşlılık.

Bu satırları, son maçtan önce kaleme alıyorum. Şampiyon olmaktan bile zordur Beşiktaşlılık.

BAŞBAKANLIK UZMANLARI NE OLDU?


Bir okuyucumun bilgilendirmesi sonucu öğrendim ki, başkanlık sistemine geçişin ardından, yaklaşık 80 kadar Başbakanlık uzmanı da tasfiye edilmiş. Hepsi çeşitli bakanlıklara dağıtılmış. Birçoğu pasif görevde ya da işlevsiz pozisyonda yani kızakta.

Onlar’ın isyanı da şu: “Bizler ülkenin kamu bürokrasisi hafızasıydık. Başbakanlık’ta çok önemli hizmetlere imza attık. Fakat şimdi her birimiz pasif görevdeyiz. Oysa her birimiz iyi yetişmiş ve ülkeye hala hizmet edebilecek enerjimiz var. Bizden neden faydalanılmıyor?”

Konuyu araştırırken, Hukukçu Prof. Kemal Gözler’in konu üzerine bir makalesine ulaştım. Gözler durumu şöyle anlatıyor:

“Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü’nde de oldukça iyi yetişmiş başarılı Başbakanlık uzmanları çalışıyordu. Bu uzmanlar, Türk bürokrasisinin “crème de la crème”i idiler; değişik bakanlıklara dağıtılarak heba edildiler.

Türkiye’de 35 yıllık bir gelenek ve birikime son verilmiştir. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi bu ülkeye sayısız zararlar vermiştir. Verdiği zararlardan birisi 35 yıllık bu tecrübeyi ve bilgi birikimini çöpe atmış olmasıdır.”

Devletin, iyi yetişmiş bu kamu bürokratlarını ziyan etme ya da yok sayma gibi bir lüksü olamaz, olmamalı.

NETFLIX FATİH TERİM BELGESELİ İÇİN ÇALIŞIYOR


Spor tarihinin önemli isimlerinin belgeselleriyle ses getiren Netflix’in,

Fatih Terim’i de ikna ettiğini öğrendim.

Dört bölümlük Fatih Terim belgeselinin adı İtalyanca ‘Grande Terim’, yani ‘Büyük Terim’ olacak.

Fatih Terim


Bu belgesel için Netflix, daha önce belgeselini çektiği isimlerin aksine Fatih Terim’e de hatırı sayılır bir ücret ödeyecek.

Bu ödemeyle de bir Fatih Terim Müzesi yapılacakmış.

‘Grande Terim’in çekimleri önümüzdeki günlerde başlayacak.