“Burası artık eski Türkiye değil” lafını son on yılda AKP lideri hemen hemen her konuşmasında kullanıyor ve peşinden de eskiye saydırıyor. Yani AKP’nin iktidara gelişini bir milat olarak nitelendiriyor.

Sayın AKP Genel Başkanı, söylediklerinizin büyük bir bölümünde haklısınız. Şu dönemki uygulamalara ve yaşananlara bakınca gerçekten eski Türkiye’ye  benzeyen bir şey kalmadığı açıkca ortada. Ama bununla beraber, büyük ihtimalle bizlerdeki bir takım psikolojik sorunlardan dolayı yeni Türkiye’de anlattığınız, size dair olan güzellikleri de göremiyoruz.

Bizler, sizin yeni dediğiniz bu sistemden hiçbir şey anlamadık. Halbuki okuyan, yazan ve gün geçtikçe küçülen bu dünyada, neler olup bittiğini yakından izleyen insanlarız. Üzülerek söylemeliyim ki biz o eski Türkiye’yi özlüyoruz…

Merak ediyorum, yönetenler arada sırada batılı ülkelerin nasıl bu kadar gelişebildiğini düşünüyorlar mıdır? Sanmıyorum… Eğer gerçek anlamda gözlemleyip, bu konuda kafa yorsalardı 19 yıllık iktidarları süresince ilk çözmeleri gerekenin ülkenin eğitim sorunu olduğunu bulurlardı.

Eğitim sorunu ancak donanımlı eğitim kadrolarıyla ortadan kaldırılabilir. Bu kadrolar oluşturulmadan ne orta eğitimde, ne de üniversitelerde yetkin eğitim verilebilir!

İyi eğitim demek her şehirde bir veya birden fazla üniversite demek değildir. Bu düşünce ile yola çıkarsanız kaliteyi yakalayamazsınız. Nitekim ülkenin her yerinde mantar gibi üreyen üniversiteler açıldığı için de eğitim bu duruma geldi.

Efendiler, az sayıda üniversite olsun ama “kupon“ olsun… İşte eski Türkiye’de kamu üniversitelerinin hepsi kupondu.

Eğitimde başarılı olmak, üniversite öğretim üyesinin kalitesinde saklıdır. Çünkü onlar Türkiye’nin yönetim kadrolarını yetiştirirler. Yani geleceğimizi şekillendirmek onların elindedir. Ama sizler, bir an önce yeni açılan üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek için sınavları kolaylaştıralım derseniz, işte o zaman kaliteyi kaybedersiniz.

Sayın AKP Genel Başkanı’nın dediği yeni Türkiye’de nasıl akademisyen olunuyor, ona bakalım.

Tıp fakültesinde uzman olan bir kişi, rektörlükçe belirlenen yayın kriterlerini tamamlayarak dil sınavında da 55 puanı almışsa yayınlarını içeren dosyasını Doçentlik Bilgi Sistemi’ne (DBS) gönderiyor. DBS’de adayın jürisi belirleniyor ve adayın yayın dosyası jüri üyelerine yollanıyor. Jüri olumlu rapor verdiğinde ise aday “Doçent” oluyor. İnanır mısınız yeni sistemde, jüri üyeleri adayın yüzünü bile görmüyor!

Şimdi ben de sizlere, geçmişte bir öğretim üyesi (tıp dalında) olarak, o eski Türkiye denilen dönemde, kamu üniversitelerinde  akademisyenlerin hangi aşamalardan geçerek mutlu sona ulaştığının hikayesini anlatayım.

Yıl 1973: Prof. olabilmek için iki yabancı dil
Yıl 1981: Tek yabancı dil
Yıl 1983: Dil sınavında 100 üzerinden 70 puan
Yıl 2000: Dil sınavında 100 üzerinden 65 puan
Yıl 2018: Dil sınavında 100 üzerinden 55 puan

Mesela, tıp fakültesi mezunu bir genç sınava girer ve kazandığı uzmanlık bölümünde çalışarak dört yıl sonra uzmanlığını alır.

Eğer akademisyen olacaksa aynı yerde 5 yıl çalışır ve dil sınavına girer. Dil sınavında 100 puan üzerinden 70 puan almak zorundadır.

Dil sınavını başarırsa beş yıllık çalışma sonucu hazırladığı tezi rektörlüğe takdim eder. Tez, üniversiteler arası kurula gönderilir. Üniversiteler arası kurul, değişik tıp fakültelerinden birer üye olmak koşuluyla 5 asil ve 2 yedekten oluşan bir jüri belirler. Jüri üyelerine adayın tezi gönderilir. Tez, 5 üyenin,en az 3’ü tarafından beğenilirse başarılı sayılır.

Bitmedi…

Aday bulunduğu şehirde veya şehir dışında aynı jürinin önünde bir de sözlü sınava girer. Süre en az 1.5 saattir. (Aday eğer cerrahi branşta ise mutlaka jüri önünde ameliyat yapar) orada da sözlü sınava tabi olur.

Bu aşamadan sonra aday, jürinin belirlediği bir konudaki dersi, ertesi gün jüri ve öğrencilerin önünde anlatır. Süre 45 dakikadır.

Aday derste başarılı olursa, jüri üyelerinden biri tarafından o an da “cüppe” giydirilir.  CÜPPE DÜĞMESİZDİR!

İşte o an, aday, verdiği büyük emeğinin karşılığında  anlatılamayacak kadar büyük bir mutluluk yaşar.

Bu arada profesörlüğe giden yolda kadrolu doçent olarak 5 yıl çalışmadan profesör kadrosuna başvuramazsınız. Doçent olduğunuz zaman da ancak kadro varsa atanırsınız yoksa yıllarca beklersiniz. Kadrosuz Doçent’e de o dönemde “eylemsiz Doçent” denirdi.

Tıp dışı alanlarda da aday doktara sınavına girer, başarılı olur. Dil sınavında 100 üzerinden 55 puan alırsa başarılı sayılır. Aday, doçentlik için YÖK’ün belirlediği puan kriterlerine uygun yayın dosyasını DBS’e gönderir. Orada değişik üniversitelerden 5 profesör belirlenir. Bu 5 üyeden 3’ü olumlu yanıt verirse, aday “Doçent”olur. Burada da jüri, adayın yüzünü görmez.

Değerli Okurlar; ülkemi yöneten değerli yöneticilerin beğenmediği eski Türkiye dedikleri dönemde, kamu üniversitelerinde bir akademisyenin hangi aşamalardan  geçerek yetiştiği öyküsünü sizlerle paylaştım. O yollardan geçen dostlara selam olsun...

SON SÖZ: İLİMDEN GİTMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR. HACI BEKTAŞ-I VELİ