Basına yönelik saldırıların artması, eski yıllardaki karanlık günleri hatırlattı bize...…

Sevgili arkadaşım, değerli meslektaşım Melih Aşık’ın, Milliyet’teki sütununda “Döndük dolaştık, gazetecilere yönelik tehdit ve saldırı mevsimine döndük” diyerek yazdığı anılar, bana da 1978 yılının o kanlı günlerini hatırlattı.

Daha önceki yıllarda iki gazeteci arkadaşım Akgün Tekin ve Ahmet Vardar, Günaydın Gazetesi’ne yapılan kalleş bir saldırı sonucu tabanca kurşunlarıyla yaralanmışlardı.

İki meslektaşımızı ayaklarından vuran saldırganı kovalayıp ben yakalamış ve Sultanahmet’teki Alemdar Karakolu’na götürüp teslim etmiştim.

O tarihten sekiz-dokuz yıl kadar sonra bu defa Günaydın Gazetesi’nin Siyasi Haberler Şefi Melih Aşık vahşi, kalleş, kanlı bir saldırıya uğramıştı...

★★★

O gece sabaha karşı telefonumun çığlığa benzeyen acı sesiyle uyanmıştım... Telefonda Melih Aşık vardı...…İnler gibi perişan bir sesle:

“Rahmi Bey, evimin önünde saldırıya uğradım, çok fena haldeyim” dedi.

“Hemen geliyorum” diyerek ruhsatlı silahımı kapıp Cihangir’e hareket ettim. 25-30 dakika kadar sonra oradaydım. Melih Aşık’ı bulduğum vakit her yanı kanlar içindeydi... Onu o halde görünce dehşet içinde kaldım...…

Melih Aşık işte o saldırı gecesini geçen cumartesi günkü Milliyet’te (23 Ocak 2021) anlattı. Okuyalım:

★★★

“Döndük dolaştık, gazetecilere yönelik tehdit ve saldırı mevsimine geri döndük.

Ülke gelişmeyince, toplumsal hayat bir türlü demokrat sınırlar içine giremiyor. Mağara devrini aşamıyoruz.

Yıl 1978, 8 Kasım günü. Günaydın gazetesinde çalışıyorum. O gün ilk çocuğum doğacak.

Eşimi öğle vakti Cerrahpaşa hastanesine götürdüm. Ben gazeteye döndüm, eşimin doğum yapacağını, bir miktar avans almam gerektiğini söyledim ‘Hayırlı olsun’ dediler. Avansı alıp tekrar hastaneye döndüm. İlk oğlumuz Doğan o gece 12 sularında dünyaya geldi. Hemşireler bebeği gösterdi. Tuhaf duygular içinde birkaç saniye bakabildim...

★★★

Eşim 02.00 sularında odaya alındı. Ben de yanına girdim. Sohbet ettik. Gayet iyiydi. Gece yanında kalmamı önerdi. Orada izinsiz kalmak pek şık olmazdı. 04.00 sularında yanından ayrıldım, hastanenin karşısındaki sabahçı kahvesine gittim. Bir çay söyledim. Yanıma orta yaşlı biri yaklaşıp, “Araç lâzım mı?” diye sordu. Güvenilmez biri gibi durmuyordu.

Birazdan kalkıp Cihangir’e gideceğimi söyledim. Çay bitti. Kırmızı Renault marka bir araca bindik. Beni eve, Cihangir’e götürdü. Arabadan inip apartmanın kapısına yürüdüm.

★★★

Tam anahtarı çıkarıp kapıyı açacağım sırada karanlıkların içinden iki genç fırladı. İkisinin de elinde o güne kadar görmediğim büyüklükte tabancalar, “Biz Başbuğ’un adamlarıyız” dediler gibi geldi bana...…

“Ceketini çıkar” dediler. Üstümde pardesü var. Ceketi çıkarmam için önce onu çıkarmam lâzım. Ancak onlar nedense ceketimi çıkartmamda ısrar ediyor.

Biri önde, diğeri iki metre geride duruyor. Tabancalarının namluları tam alnıma hizalanmış...…

Ben “Para mı istiyorsunuz?” diye elimi cebime götürürken, öndeki saldırgan daha önce davranıp cüzdanı çekti aldı. Ancak ceketi çıkart muhabbeti sürüyor. Ceketi çıkartırken iki kolumu arkadan bağlayıp götüreceklerdi sanırım...…

★★★

Ben lâfı uzatarak vakit kazanmaya çalışıyorum. Bir yandan da içimden nasıl bir kaderin içine düştüğüm geçiyor.

Biraz önce çocuğum doğmuş ve ben biraz sonra ölüyorum. Çocuk ömür boyu “Babamı ben doğarken öldürmüşler” deyip duracak. Ne hazin!

Öndeki saldırgan yumruk mesafesinde duruyor. ‘Ceketini çıkart’ derken kabzayla da alnıma vuruyor. Tabancayı bir elimle itip suratına yumruk atmayı düşünüyorum. Gözüm arkadakine gidiyor. Onun eli hiç titremiyor. Kafamı çaktırmadan biraz sola, biraz sağa kaydırıyorum. Namlu aynı hareketle beni izliyor.

Eğitim aldıkları belli!

★★★

Derken, sokağın başında birtakım ayak sesleri duyuldu. Arkadaki ‘Birileri geliyor!’ dedi. Öndeki tabancanın kabzasıyla gözümün üstüne müthiş bir darbe vurdu. Yere düştüm. Onlar biraz ötede duran araca binip kaçtılar.

Her tarafım kan içinde... Üst komşunun zilini çaldım. Telefonla Genel Yayın Müdürümüz Rahmi Turan’ı aradım. Sağ olsun, tabancasını cebine koyup yarım saatte geldi.

Gözümün üstüne sargı bezi koymuşuz. “Bakayım” dedi. Gözümü açınca, görüntüden o da korktu. Hastaneye gittik. Gece vakti ameliyata aldılar. Pek de iyi geçmedi. Sabah vakti iki kişi gelip yanıma oturdu. İkinci Şube’den gelmişler. Olayı sordular. Kısaca anlattım. Sonra tekrar konuşuruz deyip gittiler.

★★★

Bizim gazete ertesi gün olayı birinci sayfanın ortasında iki sütun verdi. Olayın siyasi bir yanı bulunmadığı, adi bir saldırı sonucu olduğunu yazdı. Emniyet öyle açıklamıştı.

Ben, gözümün tedavisi için (patronumuz) Haldun Simavi’nin davetiyle Londra’ya gittim. Dönüşte tekrar işe başladım. O günkü kaos ortamında olayın dosyası ‘adi vaka’ damgasıyla kapatıldı.

Ben o sırada Günaydın’da etkili bir yerde bulunuyordum. İç siyasi haberler şefiydim. Bana veya gazeteye gözdağı vermek isteyenlerin fiili olabilirdi.

Etraftan eş dost bunun gazete içinden düzenlenmiş olabileceğini dile getirdiler. Çünkü o gece hastaneye gideceğimi sadece onlar biliyordu.

Gazetede her görüşten adam vardı. Belli bir etkinliğimizin bulunması bazılarını rahatsız ediyordu. Ancak, saldırıyı içeriden birilerinin düzenlediği yolunda da bir kanıt yoktu. Kimseyi suçlayacak durumda değilim.

★★★

Benden sonra Milliyet çizeri Bedri Koraman da evinin önünde saldırıya uğradı. Saldırganla boğuşarak kurtuldu. Olay siyasi miydi, adi mi, o da anlaşılamadı. Milliyet haberi küçük verdi.

İki hafta sonra, Politika Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Özgür öldürüldü. Cesedi bir arabanın bagajında battaniyelere sarılı olarak bulundu. Basında tek sütun yer aldı.

Kanlı olaylar birbirini izliyordu.

Bana yönelik saldırıdan üç ay sonra Abdi İpekçi öldürüldü. Bu defa olayın siyasi, olduğundan kimsenin şüphesi yoktu!

Eğer bizlere yönelik saldırılar basında büyütülseydi, karanlık eller ülke çapında ses getirecek bir Abdi İpekçi cinayeti düzenlerler miydi? Bilemeyiz...

★★★

Sonraki yıllarda bize yönelik tehditler tabii eksik olmadı. Ailece bu tehditlerle birlikte yaşadık.

Sonraları Uğur Mumcu’nun, Çetin Emeç’in, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Hrant Dink’in ve daha nice muhterem gazetecinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğine tanık olduk. Acı içinde kaldık!

Bugün de genç arkadaşlarımız saldırıya uğruyor, tehditler altında çok sıkıntılı günler yaşıyor. Neden? Çünkü doğruların yazılması istenmiyor ve gazeteciye her türlü saldırı olağan karşılanıyor!

Halk basın özgürlüğüne sahip çıkmadıkça, çağdaş bir demokrasi ülkeyi sarıp sarmalamadıkça maalesef bu böyle süreceğe benziyor!

Oğlum Doğan mı? 40 yaşını geçti. Sabahları görüntülü hattan beni arıyor. Torunum Ömer’e, “Bak oğlum, deden” diye beni gösteriyor. Karşılıklı şirinlikler yapıyoruz. Ömer büyüyecek... Umuyorum ve diliyorum, gazeteciler dahil kimsenin insanlık dışı saldırılara uğramadığı bir ülkede yaşayacak...”

TEBESSÜM

Azrail hangisini alacak?


Temel kaç gündür hasta, yorgan döşek yatıyor, giderek de kötüleşiyormuş.

Doktorlar ”Bizim Temel acaba koronavirüse mi yakalandı?” diye testler yapmışlar. Sonuç yok... Testler hep negatif çıkıyor... Fakat durumu her geçen gün de kötüye gidiyor.

Hastalığın ne olduğunu bir türlü anlayamamışlar...…

Acı çeken Temel birden inlemeye başlamış:

“Fadime, Fadime!”

Karısı koşup gelmiş:

“Buyur Temel’ciğum, ne istedun?”

“Koş git, gelinluğunu giy, süslen, püslen, gelinlik kız gibi gel yanıma!”

Fadime “Kocam beni güzel görmek istiyor” diye çok sevinmiş, koşup giyinmiş, süslenip püslenip heyecanla gelmiş:

“Nasilum Temel, beğendin mu beni?”

Temel inlemiş:

“Benim beğenmem önemli değul!.. Mühim olan Azrail’dir... Azrail seni beğenir de, benim yerime seni alır belki!”

GÜNÜN SÖZÜ


Cehalet insanları utandırır, oysa hiçbir toplum utanmak için yaratılmamıştır!