Ülkemiz tam anlamıyla yangına teslim olmuş durumda. O yüzden başka şeyler konuşulmuyor. Yangından önce ülkemizin bir numaralı gündemi, İran sınırımızdan Türkiye’ye kaçak giren Afganlardı. Günde 2 bin kişinin girmesi bugün haber bile olmuyor. Bu gelişlerin normal bir geliş olmadığını yazmıştım. Ülkesinden ayrılanların yanında kadınlar, çocuklar, yaşlılar olurken, kaçak girenler sadece gençlerden oluşuyor. Gelenler etnik aidiyetten öte, ümmet bilinciyle hareket eden kitledir.

Afganistan’dan ABD ve öncülüğündeki ülkeler ile NATO’nun çekilmeye başlamasıyla birlikte; Türkiye’nin buradaki görevine devam edip etmemesi gündeme gelmişti. Bu mesele tartışılmaya devam ederken, Taliban’ın artan saldırıları karşısında Türkiye’ye ağır bir göç dalgası başladı.

ARKA PLANDAKİ GÖREV

Göç dalgasına ilişkin tartışmalarda, “Afganistan sahasında bulunmak suretiyle göçü önleyebiliriz. Türkiye olarak orada bulunmazsak bu göç dalgası devam eder” gibi somut olmayan söylemlerle Türkiye’nin Afganistan’da kalmasını tercih edecek bir yönlendirme gayreti sürüyor. Bu söylemler, Kabil Havaalanı dışında Türkiye için arka planda yeni bir görev yaratmayı çağrıştırıyor.

Bölgedeki kaos nedeniyle göçü önlemek pek mümkün görülmüyor. Göçü önleme noktasında İran ile iş birliği yapmak, göçü kontrol etmek, göç dalgasının kırılmasını sağlayabilir. Tüm bunların ötesinde en önemlisi; Türkiye’nin öncelikle göçü önleme stratejisini, arzusunu ve iradesini ortaya koymasına ihtiyaç var.

BOĞULMAK İSTENİYORUZ

Türkiye’nin Afganistan’da kalıp kalmaması tartışılırken, Afganistan’dan göçün bazı odaklarca hareketlendirildiği kanaati öne çıktı. Gelenlerin tamamına yakınının genç erkeklerden oluşması da bu kuşkuları daha da kuvvetlendiriyor.

İçişleri Bakanı, 29 Mayıs ve 16 Kasım 2018’de T24’e yaptığı açıklamalarda, Afganistan’dan göçü ABD’nin organize ettiğini söylemişti. Bakan, “Türkiye burada doğu sınırları açısından ciddi bir göç baskısı altındadır, bunun menşei de Amerika’dır, bu kadar açık ve net söylüyorum” demişti. ABD hâlâ aynı tutumu takınıyor mu?

  1. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Araştırma Merkezi Başkanı emekli kurmay Albay Ünal Atabay, Türkiye’nin Afganistan’da kalmasını isteyen güçler ile göçü yaratanların aynı stratejinin mühendisleri olduğunu belirtiyor, “Saha gerçeğine baktığımızda Türkiye’nin göçle boğulmak istendiği görülüyor. Nitekim bu göç baskısının karşılığında Türkiye bazı dayatmalarla karşı karşıya bırakılmak istenebilir” diyor.


TÜRKİYE’YE YENİ ROL

Türkiye’nin Afganistan Kabil Havaalanı’nda kalmasını isteyen ABD tarafından; Türkiye’nin önüne havaalanı görevi dışında Afganistan’da daha fazla rol üslenmesi için göç baskısıyla tuzak kurulmak isteniyor olabilir mi? Ünal Atabay bu konuda şunları anlattı:

“ABD başta olmak üzere ilgili odaklarca; önümüzdeki dönemde Taliban’ın kendi içerisinde parçalanması kuşkusuz istenecek ve bu çerçevede Türkiye’den kuzeydeki bazı Türk gruplardan Taliban’a angaje olanların koparılması isteği gündeme gelebilecektir.

Tabii ki böyle bir gelişme Türkiye’nin Rusya ve Çin ile karşı karşıya gelmesi anlamındadır. Çünkü, buradan Çin Uygur bölgesinin ve Rusya’nın kontrol sahasına uzanacak etnik ve radikal İslami akımlardan endişe duyuluyor. Taliban’ın, özellikle Türk bölgelerinden bir kopuşa maruz kalması durumunda bu bölgelerde barınan / tutunan IŞİD’in etkinliği de artacaktır.”

Taliban’ı parçalayıcı anlamda kuzeydeki Türk gruplar üzerinden yürütülecek operasyonel bir mühendislik, Türkiye’yi uzun süreli bir hibrit savaşın içine çekebilir. Özellikle ABD’nin çıkarları çerçevesinde, Rusya ve Çin mücadelesindeki kör düğüme Türkiye’nin ortak edilme riski bulunuyor.

SAVAŞÇIYA KAPI AÇILIYOR

En tehlikeli ve kritik olasılık bazı özel güvenlik şirketlerince, Afgan göçmenlerden savaşçı toplanması / milis güç oluşturulması ve bunların Türkiye’de eğitilmesi, bilahare Afganistan sahasına gönderilmesi gibi bir kapının açılmasına fırsat yaratılma olasılığıdır.

Göçün İran üzerinden çok hızlı bir şekilde transit olarak Türkiye’ye intikal ettiriliyor olması da dikkat çeken diğer bir önemli konu. Bu göç olayının stratejik bir projenin / planın parçası olduğunu ve olacağını unutmayalım.

Bu senaryoların arka planında; Türkiye’nin son dönemde başta Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya sahasında yarattığı ve yaratabileceği etkiden rahatsız olan güç odakları, Türkiye’yi yeni bir mecraya angaje ederek enerjisini batıdan doğuya kaydırması ve karmaşık coğrafyanın karmaşık ağı içerisinde hibrit mücadeleye angaje edilmesi istekleri yatıyor.


Cezaevinin Hilton koğuşundaki gazeteci


Yusuf Ziya Gedikli, Hürriyet’in Ankara Yazı İşleri sorumlusuydu.  Özellikle Anadolu muhabirleri üzerinde emeği büyüktür. Yozgat’tan Osman Hakan Kiracı, Yerköy’den ben, Konya’dan Mehmet Gazel, Çorum’dan Mustafa Yanık ve Mehmet Yolyapar, Sivas'tan Sirer Doğan, Erzurum’dan Mehmet Şerif Aytekin ve daha nice Hürriyet Haber Ajansı muhabiri önce Ankara Büro Şefi Sezai Bayar’ın yanına çıkar, ardından Yusuf Ziya Gedikli ağabeyimizin yanına inerdik. O, bir taraftan sayfasını çizerken, bir yandan da, “Anam” diye başlar hangi haberimizin neden yayımlandığını tek tek anlatır, haber yazımından, fotoğraf çekimindeki hatalarımıza kadar her şeyi detaylandırırdı. Yani her gelişimizde ders alıp giderdik.

Gazeteciliğin mutfağında çalışan Yusuf Ziya Gedikli, hep Hürriyet’te yaşadıklarını yazmaya başladığını söylerdi. Ama aradan neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen o kitap bir türlü çıkmadı. Rahmetli Cüneyt Arcayürek ağabeyimizle ilgili yazdığını gönderince, “Yusuf abi yazmaya başlamış” diye düşündüm.  Cüneyt Arcayürek’in haber heyecanını da kendisiyle çalışma olanağı bulduğum için biliyorum. Merdivenleri koşarak çıktığında, bilirdim ki Cüneyt ağabey yine bomba gibi bir haber yakalamış. Sabah da onun manşet haberini okurduk.

DP’Lİ DÖNEM

Yusuf Ziya Gedikli, Cüneyt Arcayürek’i anlatırken O’nun “Volta atma” ve “Elleri arkadan bağlama” alışkanlıklarını da merak etmiş. Arcayürek, Ulus gazetesi ve Akis dergisinde çalışmış, o dönemde de cezaevine girmişti. Cezaevine giriş nedenini sordu ve Arcayürek’in söylediklerini yazmakta olduğu kitaba şöyle aktardı:

“Bizim jenerasyon 1950’li yılları yaşadı. 1950 genel seçimlerinde Demokrat Parti (DP) iktidara geldikten sonra, 3-4 yıl basınla balayı hayatı yaşadı. 1954’lerden sonra DP’nin; özellikle ekonomik politikası, Türkiye’deki sosyal gelişmeleri kavrayamayan ters tutumu, iktidarın devamlı yıpranmasına ve halk önünde prestij kaybetmesine yol açtı.

Bu arada, Metin Toker’in çıkardığı Akis dergisinde çalışıyordum. DP’deki kaynaşmaları bir yazı-haberle verdik. DP milletvekillerinin, Adnan Menderes’e karşı sert bir tutum takınacaklarını duyurduk. Ancak; bir Salı günü DP Grubu toplandı. Ayağa kalkacağı, gidişe isyan edeceği sanılan DP Meclis Grubu, Menderes’in kürsüye çıkması ile suskundu. Biz bu olayı Akis’te, ‘Kedi gelince fareler kaçar’ başlığı altında deyime dayalı haberle verdik.

SIFIRA VURDULAR

Ankara Savcılığı’na çağırıldım. ‘Haber, DP milletvekillerine,  dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne hakarettir. Milletvekillerini fareye, Başbakanı kediye benzettiniz’ suçlaması ile saçlarımı sıfıra vurup cezaevine attılar. Volta atma cezaevinden kalma alışkanlığımdır.

Elleri arkadan bağlamaya gelince; bir korunmadır, tedbirdir. Serbest vuruşlarda, futbolcular genellikle caza alanı içinde tedbir olarak ellerini arkadan başlarlar ki; top ellerine çarpmasın. Çarparsa penaltı olur. Yaşlılar da kuvvet almak için yürürken ellerini arkadan bağlamazlar mı?

DP döneminde Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin ‘Hilton’ adı verilen koğuşunda yatıyordum. İsmet İnönü’nün damadı, Akis dergisinin sahibi Metin Toker’in iki kez, Beyhan Cenkçi’nin bir kez içerde yattığını söyleyebilirim. Yalnız onlar değil, başka meslektaşlarım da Hilton’un misafiri oldular.”

Bugün müzeye dönüştürülen Ulucanlar Cezaevi’nde, “Hilton” koğuşuna gittiğinizde, buranın diğer koğuşlardan daha farklı olduğunu görürsünüz. Çünkü buranın uzun bir volta yolu var. Koğuşta kalanların sayısı hem az, hem de tanınan kişiler. Rahmetli Bülent Ecevit de bu koğuşta yatmıştı.

“BEN MUHABİR KALDIM”

Cüneyt Abi, “Gazeteciliğin ve yazı hayatının yaşı yoktur” diyor, her fırsatta, “Herkes yazar oldu, ben muhabir kaldım” diyordu. Arcayürek, bu sözleriyle muhabirliğin önemini vurguluyordu. 23 Haziran 2015 yılında 87 yaşında hayata veda eden Cüneyt Arcayürek, vefatına kadar yazdı. ABD Başkanı Johnson’un, İsmet İnönü’ye mektubu ve pek çok büyük atlatma haberde de onun imzası vardı.

Yusuf Ziya Gedikli ağabeyimiz basını yazmaya başladığına göre öğreneceğimiz çok ilginç gazeteci öyküleri de ortaya dökülecektir. Yusuf abi biraz gayret...

Çok maaşlı akademisyenler!


Çift maaşlı bürokratlar konusu son dönemde sıkça gündeme geldi. Kadrosu Gaziantep Üniversitesi’nde olmasına rağmen, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nda görevlendirilen bir doçent, bu görevlendirmenin yanı sıra aynı zamanda Ankara Hacı Bayram-ı Veli Üniversitesi’nde Medya ve Toplumsal Değişme, Kamuoyu Araştırmaları derslerine giriyor.

Bize ulaşan iletilerde, İletişim Fakültelerinden binlerce gencimiz mezun olup işsiz kalırken, iletişim alanında pek çok akademisyen üniversitelerde kadro bulamazken, üç-dört farklı kurumdan maaş ve diğer adlar altında çeşitli ödemeler almasının hem hukuk dışı hem de akademik etiğe aykırı bir uygulama olduğu belirtiliyor.

Yani çift maaşlı bürokratlar gibi, çok maaşlı akademisyenler de var.