“Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” (Atatürk, 10 Ağustos 1930)


Atatürk’ün, kurduğu “Laik Türkiye Cumhuriyeti”ni, “Yeni Türkiye” adını verdikleri bir tür dinsel-siyasal yapıya dönüştürme “davasını” güdenler, son zamanlarda özellikle Diyanet İşleri Başkanı eliyle laikliği aşındırıyorlar. Birincisi, “laiklik karşıtı eylemler” anayasamıza aykırıdır ve suçtur. İkincisi, Atatürk’ün tabiriyle “Türkiye Cumhuriyeti’nin karakteri laiktir.” Cumhuriyetimizin laikliği, hem ulusal egemenliğin ve demokrasinin, hem uygar yaşamın, hem din ve vicdan özgürlüğü dâhil tüm özgürlüklerin, hem kadın haklarının, hem de tam bağımsız Türkiye’nin güvencesidir. Laikliğe saldırmak, bütün bunlara saldırmaktır.

En başından anlatayım!

LAİKLİĞİN TARİHSEL TEMELLERİ

Eski Yunanca “laikos” sözcüğünden gelen laiklik, Ortaçağ’da Batı’da “Ruhban sınıfından olmayanları” tanımlamak için kullanılıyordu. 5. yüzyılda Papa I. Gelasius’un ortaya attığı  “iki otorite” teorisine göre toplumda siyasi ve dini otorite arasında bir denge vardır. Ancak zamanla dini otorite (kilise), siyasal otorite üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Avrupa’da “dini otoriteye” karşı başlayan uzun soluklu mücadele (Reform, Rönesans, Aydınlanma Dönemi) sonunda laik devlet modeli ortaya çıkmıştır. Batı’da laiklik; devleti, siyaseti, hukuku, eğitimi, bilimi “dinsel vesayetten kurtarma mücadelesi” olarak doğmuştur.

Laik devlette siyasal egemenlik dinsel ve Tanrısal kaynaklı değildir, laik devlette egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Laik devlette hukuk dini kurallara değil, binlerce yıllık insanlık tarihinden edinilen tecrübenin eseri dünyevi kurallara dayalıdır. Laik devlette eğitim “değişmez” dinsel bilgiye değil, akılla, deney ve gözlemle elde edilen “değişebilir” bilimsel bilgiye dayalıdır.

Türkiye’de Laikliğin Doğuşu


Henüz Batı’da “laik devlet” kavramının ortaya çıkmadığı dönemde, 11. yüzyılda, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in, Bağdat’taki Abbasi halifesinin siyasi yetkilerini elinden alıp halifeyi sadece din işlerinden sorumlu hale getirmesi, tarihte dinle siyasetin ayrılmasına yönelik ilk uygulamalardan biridir. Tuğrul Bey’in bu davranışını öven Atatürk, Laik Cumhuriyeti kurarken, Fransız uygulamasıyla birlikte adı konmamış bu Türk laikliğinden de ilham almıştır.

Türk yaşam biçimi ve Türk hukuk sistemi, Türkiye’de laikliğe geçişi kolaylaştırmıştır. Her şeyden önce Türklerde “dinsel bağnazlık” yoktur. Eski Türklerde devlet; siyaset, hukuk, eğitim ve kadın “dinsel vesayet” altında değildir. Bu nedenle laiklik, Türklerin kültürel kodlarına uygundur. İkincisi, Osmanlı Devleti de klasik bir “din devleti” değildir. Osmanlı’da “şeri hukuk” yanında bir “örfi hukuk” vardır. Halife padişahlar pek çok konuda, şeri hukukun dışına taşan örfi uygulamalara imza atmıştır.

Ayrıca Osmanlı’da 1840’lardan itibaren (Tanzimat Döneminde), zayıf ve kararsız da olsa laikliğe doğru adımlar atılmıştır. “Herkes kanun önünde eşittir” diyen 1839 Tanzimat Fermanı, Batı hukukunu esas alan 1840 Ticaret Kanunu, 1858 Ceza Kanunu, 1863 Ticareti Bahriye Kanunu ve 1858 Arazi Kanunnamesi ile Osmanlı’da dinsel hukuk dışında laik bir hukuk gelişmeye başlamıştır. Ahmet Cevdet Paşa’nın 1868-1876 arasında hazırladığı 16 kitaplık “Mecelle-i Ahkâmı Adliye” -Hanefi fıkhına dayanmakla birlikte- düzenlenişi ve sistematiğiyle Batı hukukunu esas almıştır. 1879 Teşkilat-ı Mehakim Kanunu ile ceza mahkemelerinde yargıç sayısı artırılmış, savcılık, noterlik, avukatlık, temyiz gibi Batılı kurumlar oluşturulmuştur. 1876 Kanuni Esasi, her ne kadar “Devletin resmi dininin İslam”, “Padişahın halife” olduğunu belirtse de “kanun gücü”, “anayasa”, “seçim”, “meclis”, “millet egemenliği” gibi Batılı siyaset kavram ve kurumlarını hayata geçirmesi bakımından laikliğe doğru bir adımdır.

Osmanlı’da 19. yüzyılda açılan Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye, Hukuk Mektebi, Darülfünun gibi yeni okullar da pozitif bilimlere yer veren müfredatlarıyla laikliğe toplumsal zemin hazırlamıştır. Tanzimat Döneminden itibaren çıkmaya başlayan gazeteler ve basılan kitaplar, sansüre rağmen, Batı’nın pozitivist, materyalist, sosyalist temelli düşüncelerini Osmanlı’ya taşımıştır. Osmanlı aydınları Avrupa’yı laikleştiren düşünceleri tanımıştır.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Hükümeti, Ziya Gökalp’in bazı laik düşüncelerini hayata geçirmiştir. 1917’de Şeyhülislam, hükümet üyesi olmaktan çıkarılmıştır. İlkokullar şeriat mahkemelerinden alınıp Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. 1917’de kabul edilen Aile Kanunnamesi ile imam nikâhının bağlayıcı niteliğine son verilmiştir. Kadın hakları konusunda da şeriatın dışına taşan bazı laik uygulamalar görülmüştür.

Türkiye’de laiklik Tanzimat Döneminde Türk düşün hayatına girmiştir. Örneğin, Yeni Osmanlılardan Ali Suavi, din ile dünya işlerinin ayrılmasını savunmuştur. Yeni Osmanlılardan Mustafa Fazıl Paşa ise daha ileri giderek dönemin padişahı Abdülaziz’e bir mektup yazıp laikliğin öneminden söz etmiştir. Fazıl Paşa, 1867’de on binlerce nüsha bastırılıp dağıtılan mektubunda, “Din ve mezhep ahretteki nimetleri vaat eder. Şu kadar ki, milletlerin hukukunu sınırlayan ve belirleyen din ve mezhep değildir. Ve din ezeli hakikatler olarak durup kalmazsa, yani dünya işlerine müdahale ederse, her şeyi mahveyler ve kendisi de yok olur...”demiştir. (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 3.Kitap; İkinci Bölüm, s. 43-44)

Jön Türk aydınlarından Ahmet Rıza ve Dr. Abdullah Cevdet ise pozitivizmden etkilenerek laikliği savunmuşlardır. Abdullah Cevdet, “İçtihat” dergisinde devletin laikleşmesi için yapılması gerekenleri sıralamıştır: Medrese ve tekkelerin kapatılmasını, muskacılık ve üfürükçülüğün yasaklanmasını, edebiyat ve fen kurumlarının çoğalmasını, fesin kaldırılmasını, yasaların toplum ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini ve tek kadınla evliliği savunmuştur. (Abdullah Cevdet, “Pek Uyanık Bir Uyku”, İçtihat, 1912. Turan, s. 44)

Ancak bütün bunlara rağmen 1920’lerin Türkiye’sinde devlet ve toplum hayatının bir gün gerçekten laikleşebileceğini düşünen belki de tek insan
Atatürk’tür.

Türkiye’yi Laikleştiren Devrimler


Atatürk, Laik Cumhuriyetin zeminini Kurtuluş Savaşı yıllarında hazırlamıştır. Atatürk’ün 1920’de “Meclisin üzerinde hiçbir güç ve kuvvet yoktur” diyerek TBMM’yi açması, bu meclisin 1921’de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu kabul etmesi ile bir anlamda Laik Cumhuriyetin temeli atılmıştır. Çünkü böylece “dinsel” saray saltanatının yerini, “dünyevi” millet egemenliği almaya başlamıştır.

1922’de saltanatın kaldırılması, 1923’te cumhuriyetin ilanı, 1924’te halifeliğin kaldırılması, eğitim, öğretimin birleştirilmesi, şeriye (din işleri) ve vakıflar bakanlıklarının kaldırılması, medreselerin kapatılması, şeriat mahkemelerinin kapatılması, 1925’te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, Şapka Kanunu’nun kabulü, 1926’da Türk Medeni Kanunu’nun kabulü, alafranga takvim ve saate geçilmesi, çağdaş Ceza Kanunu’nun kabulü,1927’de medeni nikâh zorunluluğu, 1928’de “Devletin dini İslam’dır” maddesinin anayasadan çıkarılması, dinsel yemin yerine “şeref ve namus” üzerine yemin edilmesi, yeni Türk harflerinin kabulü, uluslararası rakamlara geçilmesi,1929’da okullardan Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması, 1932’de din dilinin Türkçeleştirilmesi, 1935’te hafta tatilinin pazara alınması, din adamlarının ibadethaneler dışında dini kıyafet giymelerinin yasaklanması, 1937’de laikliğin anayasaya girmesi gibi tüm devrimler Türkiye’yi laikleştirmeye yöneliktir. Türkiye’yi laikleştiren bu devrimlerle siyaset, hukuk, eğitim, ticaret akılla, bilimle, çağdaş uygarlık değerleriyle biçimlendirilmek istenmiştir.

Laiklik sadece ulusal egemenliğin, demokrasinin, uygar yaşamın, kadın haklarının, özgürlüklerin değil, aynı zamanda bağımsız devletin de güvencesidir. Birincisi, sistemlerini bilim ve tekniğe, çağdaş uygarlığa göre belirlemeyen devletlerin, uygarlaşmaları ve medeni (uygar) devletlere karşı bağımsızlıklarını korumaları çok zordur. Atatürk’ün ifadesiyle “Medeni olmayan insanlar medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar.” (Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, s. 123). Bağımsızlık için uygarlık, -özellikle bizim gibi ülkelerde- uygarlık için de laiklik şarttır.  İkincisi, laiklik din ve mezhep ayrımı gözetmeden tüm yurttaşların çağdaş hukuk karşısında eşitliğini esas alır. Bu hukuki eşitlik, din ve mezhep farklarından doğan ayrıcalıkları, farklılıkları, ayrışmaları önleyerek toplumsal bütünlüğü sağlar. Bu nedenle laiklik adeta bağımsız ulus devletin çimentosudur.

Atatürk’ün Laiklik Anlayışı


Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli laik dünya görüşüne dayalıdır. Atatürk bu gerçeği 20 Aralık 1930’da Kırklareli’nde şöyle ifade etmiştir: ”Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik (dinsel) yönetimden çok ıstırap çekmiştir. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır...(Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 437)

Atatürk’ün CHP’sinin temeli de laikliktir. 1928’de CHP laiklik ilkesini kabul etmiştir. 1931’de laiklik CHP parti tüzüğüne alınmıştır. Parti, devlet yönetiminde bütün yasaların bilim ve tekniğe, çağdaş uygarlığa ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve uygulanmasını kabul etmiştir “Din anlayışı, vicdana ilişkin olduğundan parti din düşüncelerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı ulusumuzun çağdaş ilerlemede başarılı olmasının başlıca etkeni görür” denmiştir. Görüldüğü gibi Atatürk’ün CHP’si, laikliği sadece din ve devlet işlerinin ayrılması olarak değil, bütün yasaların bilim, teknik ve çağdaş uygarlığa göre hazırlanması ve dinin, devlet ve dünya işlerinden ayrılması olarak tanımlamıştır.

“Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur.” (Atatürk), Hakimiyeti Milliye, 12 Ağustos 1930


Atatürk, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Fethi Okyar’a, 10 Ağustos 1930’da gönderdiği mektupta da “Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik Cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur” demiştir. (Kocatürk, s. 430)

5 Şubat 1937’de anayasanın 2. maddesi değiştirilerek diğer 5 ilkeyle birlikte laiklik de anayasaya girmiştir. Böylece Atatürk, sağlığında Cumhuriyeti her bakımdan laikleştirmiştir.

Atatürk’ün ifadesiyle din, “Allah ile kul arasındaki bağlılık”tır. Devlet, bu bağlılığa karşı değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Camiler açıktır. İbadet serbesttir. Dini bayramlar kutlanmıştır. Devlet, Kuran tefsiri (Elmalılı Tefsiri) bile yaptırmıştır. Şu sözler Atatürk’e aittir: “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emirlerine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyoruz... Gericilere asla fırsat veremeyiz.

Atatürk, laikliği, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğü bağlamında değerlendirmiştir. 1930’da okullarda okutulması için hazırladığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabına şunları yazmıştır: “Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, intihap ettiği (seçtiği) dinin icabatını (gereklerini) yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. (...) Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini intihapta (seçmekte) hür olduğu gibi muayyen bir dinin merasimi de serbesttir...”

“Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türk Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilemez...”

Atatürk’ün laik devleti, dine ve dindara değil, dini kullanıp halkı sömürenlere, Atatürk’ün deyişiyle, “Din oyunu aktörlerine” karşıdır. Atatürk, “Dinden menfaat temin eden kimseler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz...” demiştir.  Atatürk, 1924’te, dinin siyasi araç olarak kullanılmasını önlemek istediklerini söylemiştir: “İnanıp bağlanmakta mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılageldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini görüyor ve biliyoruz...” demiştir. (Kocatürk, s. 349) Kısacası Atatürk’ün laiklik anlayışı, dinin siyasete alet edilmesini kesinlikle reddeden bir anlayıştır.

★★★

Sözün özü şu ki, Laik Cumhuriyete saldırmak, ulus egemenliğine, demokrasiye, akıl, bilim ve çağdaş hukuk eksenli uygar yaşama, tüm özgürlüklere, kadın haklarına ve tam bağımsızlığa saldırmaktır; laikliğe düşmanlık, tüm kurum ve değerleriyle çağdaş Cumhuriyete ve ulus devlete düşmanlıktır.