“Türkçe, hiç az buz zaman değil, 600 yıl boyunca bilim ve kültür dili olmaktan uzak tutulmuş, yazılı edebiyatın dili olmamış; edebiyat dili o kadar başkalaşmış ki ‘Osmanlıca’ diye ayrı bir ad almış...” (Feyza Hepçilingirler)


AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz hafta bir törende yaptığı konuşmada aynen şöyle dedi: “Gençler, bir asır önce vefat eden dedelerinin mezar taşını dahi okuyup anlamaz durumdadırlar. Çoğu insan, bırakın Yahya Kemal’i, Ömer Seyfettin, Fuat Köprülü, Necip Fazıl’ı, Peyami Safa’yı, Tanpınar’ı dahi sözlük yardımı olmadan anlayamıyor.” Erdoğan’ın bu sözleriyle bir kere daha o bilindik, “Yazı ve dil devrimi oldu bir gecede cahil kaldık, dedelerimizin mezar taşlarını bile okuyamaz olduk!” ezberini hatırladık.

Peki, ama gerçekten de öyle mi? Yazı ve dil devrimleri toplumu cahil mi bıraktı? Önceleri şakır şakır mezar taşı okuyan gençler, yazı ve dil devrimlerinden sonra mezar taşlarını okuyamaz mı oldular?

MEZAR TAŞI OKUMAK

Mezar taşları; biçimleri, üzerindeki sembolleri, tarihleri, yazıları ile dikildikleri dönemi aydınlatırlar; bu nedenle tarihi belge niteliği de taşırlar. Ancak mezar taşı okumak için eski dil bilmek yetmez; taşın biçimimden, üzerindeki yazılara ve sembollere kadar bütüncül bir anlamlandırma bilgisi gerekir. Örneğin, Osmanlı mezar taşlarını okumak için hem mezar taşlarındaki şekilleri, sembolleri (hotozları, gülleri, yıldızları, külahları, kavukları, figürleri) anlamlandırmayı, hem de Osmanlıcanın kufi, nesih, talik, sülüs gibi sanatlı, süslü yazı türlerini ve bunların değişik kullanım biçimlerini de çok iyi bilmek gerekir. Bu ise uzmanlık gerektirir. Bu nedenle, yazı ve dil devrimi öncesinde de gençler, dedelerinin süslü, sanatlı mezar taşlarını okuyamazlardı. Okusalar bile -16. yüzyıldan itibaren yazılan mezar taşları Arapçası, Farsçası bol, çok ağdalı bir Osmanlıcayla yazıldığı için- kolayca anlayamazlardı. Ayrıca halkın büyük bir bölümü hiç okuma-yazma bilmiyordu.

Nasuh Mahruki’nin dedesinin mezar taşı


Kaptanıderya Nasuhzade Ali Paşa’nın mezar kitabesi


“Osmanlı mezar taşlarını anlamak için Osmanlıca okumak yetmez”, derken neyi kastettiğimizi bir örnekle açıklamak için, değerli dostum Nasuh Mahruki’nin dedesi (büyükbabasının büyükbabası) şehit kaptanıderya Nasuhzade Ali Paşa’nın mezar taşında yazanları sizinle paylaşmak istiyorum:

“Hüve’l-Bâki

Server-i deryâ şeref-bahş-i donanmâ-yı şerîf

Revnak-efzâ-yı vezâret dürr-i bî-hemtâ ferîd

Şâhbâz-ı evc-i ulyâ şehsuvâr-ı nâmdâr

Kahramân Tayyâr-ı sânî fenn-i deryâda vahîd

Şîr-i meydân-ı şecâat bir vezîr-i ercümend
Ol Nasûh-zâde Ali Paşâ-yı deryâ-dil reşîd


Dîn [ü>devlet hizmetinde nakd-i ömrîn bezl idüb

Buldu unvân-ı vezâretle zihî fevz-i mezîd

...

Sene 1237 Şevval fî gurre (21.06.1822 Cuma)

Nûri Dede”

Görüldüğü gibi Nasuhzade Ali Paşa’nın mezar taşı Arapçası ve Farsçası bol bir Osmanlıcayla yazılmıştır. Bu metni, sadece bugün değil, 100 yıl önce de anlamak zordu. Çünkü burada kullanılan dil halk dili değil, divan dilidir.

Konuyu mezar taşı okumanın ötesine taşıyalım; 17. yüzyıl Osmanlı Divan şairlerinden Nefi’nin, şu ünlü mısralarını okuyalım:

Girdi miftah-ı der-i genc-i ma’ani elime,

Âleme bezl-i güher eylesem itlaf değil

Levh-i mahfuz-ı sühandır dil-i pak-i Nefi

Tab’ı yaran gibi dükkançe-i sahaf değil.”

Nefi’nin, Arapçası, Farsçası bol, bu dizelerini o zamanki Osmanlı halkı da pek anlamazdı, bugünkü gençler de anlamıyor.

Şimdi de 17 yüzyıl halk şairlerinden Karacaoğlan’ın şu dizelerini okuyalım:

“Nedendir de kömür gözlüm nedendir?

Şu gece ki benim uyumadığım

Çetin derler ayrılığın tadını

Ayrılık derdine doyamadığım”

Görüldüğü gibi Karacaoğlan’ın bu dizeleri Türkçedir; bu nedenle hem o gün, hem de bugün kolayca anlaşılabilmektedir. Yani işin sırrı yazı değil, dildir.

Arapça Farsça hayranlığı ve Arapça sözcük uydurma


Osmanlı’da 16. yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsçanın istilasına uğrayan yazı dili, Türkçe konuşma dilinden çok uzaklaştı. Medreselerde Türkçe okutulmazdı. Medresenin resmi dili Arapça idi. Bilim ve edebiyat dili Arapça ve Farsça olduğu için Türkçe sadece halk arasında; kahvehanelerde, tekkelerde, çarşıda, pazarda yaşamaya devam etti. (Berkes, s. 255).

Feyza Hepçilingirler Türkçenin 600 yıl boyunca nasıl ihmal edildiğini şöyle anlatıyor: “Türkçe, hiç az buz zaman değil, 600 yıl boyunca bilim ve kültür dili olmaktan uzak tutulmuş, yazılı edebiyatın dili olmamış; edebiyat dili o kadar başkalaşmış ki Osmanlıca diye ayrı bir dil adı almış. 600 yıl çok uzun bir süre. Bugün hayran olduğumuz dillerden birini alıp aynı şeyi onun üstüne uygulama gücümüz olsaydı ne görürdük? Diyelim ki 50 yıl İngilizceyle hiçbir bilimsel çalışma yapılmasa, hiçbir roman yazılmasa, 50 yıl sonra İngilizceden belki eser kalmayacak. Oysa 600 yıldan söz ediyoruz burada. Demek ki, Türkçe o kadar sağlam bir dil ki, 600 yıl boyunca konuşma dili olarak kullanılmasına karşın yaşadı...”

Kaynak, Mustafa Köse, 1927 Nüfus Sayımı ve Sonuçlarının Değerlendirilmesi, s.174.


Osmanlı’da bilim ve edebiyat çevrelerinin Arapça, Farsça özentisi öyle boyutlara vardı ki, Türkçesi varken özellikle Arapça ve Farsça karşılıkları kullanıldı. Örneğin, “odun” yerine “hatab”, “et” yerine “lahm”, “pirinç” yerine “erz”, “yok” yerine “namevcut”, “bekleme” yerine “intizar”, “çarpışma” yerine “müsademe” gibi Arapça, Farsça sözcükler kullanıldı. Enver Ziya Karal’ın ifadesiyle Türkçe sözcüklere Arapça karşılıklar bile uyduruldu: “Örneğin Türkçede ‘baş’, ‘göz’, ‘yüz’, ‘dil’, ‘el’ sözcükleri durup dururken, (onların yerini) ‘re’s’, ‘çeşm’, ‘vech’, ‘lisan’, ‘yed’ sözcükleri almıştır. Öte yandan Arapça köklerden, Arapların bile kullanmadığı anlamda kimi sözcükler uydurularak dilimize sokulmuştur. Okumaktan ‘okul’ sözcüğünün yerine, Arapçadan Arapların ‘yazıhane’ anlamında kullandıkları ‘mektep’ sözcüğü uydurulmuştur. Bu sözcüklerin çoğulları da Türkçeye yabancı Arapça ve Fars dili kurallarına uygun olarak düzenlenmiştir.” (Karal, s.28)

Sonunda Arapça ve Farsça sözcükler Türkçeyi adeta istila etti. Örneğin, Arapça Farsça sözcüklerin oranı 17. yüzyılda Divan şairlerinden Baki’de yüzde 65, Nefi’de yüzde 60, Nabi’de yüzde 54; 19. yüzyıl yazarlarından Namık Kemal’de yüzde 62, Şemsettin Sami’de yüzde 64, Ahmet Mithat’ta yüzde 57’ydi. (Aksan, s.117)

Gerçek şu ki, Osmanlı döneminde 600 yıl boyunca Türkçe eğitimden, bilimden, edebiyattan dışlandı,  ihmal edilerek adeta unutulmaya terk edildi. Arapçanın ve Farsçanın Türkçeyi adeta istila etmesine izin verildi. Türkçe halk ağızlarında yaşadı. Niyazi Berkes şöyle diyor: “Türk dili ancak reaya dili olarak yaşardı. Yönetici devlet tabakasına girenlerin dili Arapçadan, Farsçadan, Rumcadan gelen zengin fakat halkın anlamadığı bir dil olarak yüzyıllar boyunca gelişti.” (Berkes, s. 255)

Cumhuriyetin Türkçeyi kurtarma seferberliği


Atatürk, Cumhuriyeti kurduktan sonra Osmanlı’da yüzyıllarca unutulmaya terk edilen Türkçeyi kurtarma seferberliği başlattı. Bu kapsamda önce “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap harfleri yerine Türkçenin yapısına uygun Latin kökenli harfler kabul edildi. Böylece harflerden kaynaklı okuma yazma güçlüğü aşıldı.

1928’de Harf Devrimi yapılmadan bir yıl önce, 1927 nüfus sayımına göre Türkiye’de okur-yazar oranı -genel ortalama- yüzde 10.58’di. Ancak bu sayı içine okuyan fakat yazamayanlar da dâhildi. Erkeklerde okur-yazar oranı 19 ilde yüzde 10’un altında, 4 ilde yüzde 5’in bile altındaydı. Kadınlarda okur-yazarlık oranı 53 ilde yüzde 5’in altında, 52 ilde yüzde 4’ün altında, 48 ilde yüzde 3’ün altında, 38 ilde yüzde 2’nin altında, 15 ilde de yüzde 1’in bile altındaydı. 1927 nüfus sayımına göre erkek nüfus sayısı 6.563.879, kadın nüfus sayısı ise 7.084.391’di. Yani nüfusun yarısından fazlasını oluşturan kadınlarda okuma-yazma oranı çok daha düşüktü. (İUM, 28 Teşrinievvel 1927 Umum Nüfus Tahriri, f I-III, s.II-XVII, 22; Köse, s. 135, 172-174) Görüldüğü gibi toplumun yüzde 90’ı okuma yazma bilmiyor; mezar taşı dâhil hiçbir şeyi okuyamıyordu.

Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi, TDK, Yayınları, 1939


Cumhuriyetin ilanında sonra okullarda Türkçe dersi zorunlu kılındı. Okul programlarından Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı.

1932’de Türkçeyi geliştirmek için Türk Dil Kurumu kuruldu. Türkçenin bütün yönleriyle tartışıldığı Türk Dil Kurultayları düzenlendi. 1936’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu. Türk Tarih Tezi’ne paralel Türk Dil Tezi (Güneş Dil Teorisi) geliştirildi.

1930’ların sonlarında bir ara dilin özleşmesi için Arapça ve Farsça sözcüklerin dilden ayıklanması düşünüldü, ancak daha sonra, Güneş Dil Teorisi kapsamında “kökeni Türkçedir” mantığıyla bundan vazgeçildi.

Anadolu’da halk ağızlarından Türkçe sözcükler derlendi. Bu iş için bilim kurulları oluşturuldu. Derleme çalışmaları sonunda 600 bin civarında fiş hazırlandı. Bunlar,  “Söz Derleme Dergisi” (6 cilt) ve “Derleme Sözlüğü” (12 cilt) gibi yayınlarda toplandı. Tarama çalışmaları sonunda da “Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü” (4 cilt) ve “Tarama Sözlüğü” (8 cilt), “Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi” (2 cilt) yayınlandı. Ayrıca “Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu” ve “Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu” çıkarıldı. Bu derleme ve tarama çalışmaları sonunda unutulmaya yüz tutmuş çok sayıda Türkçe sözcük dile kazandırıldı. Örneğin Anadolu ağızlarından derlenen “abartmak”, “yoz”, “yozlaşmak”, albeni”, “ivedi”, “kuzey”, “güney”. vb. çok sayıda sözcük bugün kullanılmaktadır.

Tarama ve derleme çalışmaları yanında türetme çalışmalarına da başlandı. Bu sayede çok sayıda Türkçe sözcük türetildi. Atatürk de çok sayıda Türkçe sözcük türetti. Bunlar arasında bugün de kullandığımız “kurmay”, “genel”, “arıtmak”, “esenlik”, “erdem”, “konuk”, “varsayım”, “gerekçe”, “kare”, “boyut”, “uzay”, “yüzey”, “çap”, “teğet”, açıortay”, “dikey”, “çember”, “konum”  vb. çok sayıda sözcük vardır.

“Divanu Lügati’t Türk” ve “Kutadgu Bilig” gibi Türk dilinin temel kaynaklarının tıpkıbasımları, çevirileri yapıldı. Kuran Türkçeye tefsir ettirildi. (9 cilt, Elmalılı Tefsiri)

Cumhuriyetin, Türkçeyi kurtarma seferberliği doğrultusunda yapılan çalışmalarla yazı dilindeki Türkçe sözcük oranları giderek arttı. Örneğin, 1931’de gazetelerde yüzde 35 olan Türkçe sözcük oranı 1936’da yüzde 48’e, 1964’da yüzde 57’ye, 1965’te yüzde 60.5’e yükseldi. (Aksan, s.126)

Diyeceğim o ki, Türkçeye en çok zarar verenler, Türkçeyi 600 yıl boyunca eğitimden, bilimden, edebiyattan dışlayarak unutulmaya terk edenlerdir. Karamanoğlu Mehmet Bey’den yüzyıllar sonra bu topraklarda Türkçeye sahip çıkan lider ise Atatürk’tür.

KAYNAKÇA: 


1- Doğan Aksan, Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını, 2. bas., İstanbul, 2001.

2- Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihinde Türk Dil Sorunu”, Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe, Ankara, 2001.

3- Mustafa Köse, 1927 Nüfus Sayımı ve Sonuçlarının Değerlendirilmesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı (Yayınlanmamış) Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar, 2010.

4- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 16 bas., İstanbul, 2011.

5- Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 1. Kitap, 11. bas., İstanbul, 2017.

6- Zeynep Korkmaz, “Atatürk ve Türk Dili”, Türk Dil Dergisi, S.655, Temmuz 2006.

7- http://www.nasuhmahruki.com/