“TBMM ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan muharebesi pek büyük bir meydan muharebesidir. Harp tarihinde belki misli olmayan bir meydan muharebesidir” (Atatürk, 19 Eylül 1921)

Bugün 13 Eylül; 13 Eylül 1921’de kazanılan Sakarya Zaferinin 100. yılı...  Sakarya Zaferi’nin 100. yılında bugün konumuz “Sakarya’daki Atatürk Etkisi...”

ÜÇ KURTARICI KARAR

Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde ağır kayıplar veren Türk ordusu, Mustafa Kemal (Atatürk)’ün emriyle Sakarya’nın doğusuna çekildi. (25 Temmuz 1921). Atatürk bu kararıyla, hem yeni kurulan düzenli orduları düşman önünde tamamen eriyip yok olmaktan kurtardı, hem Yunan ordusunu hareket üssünden uzaklaştırdı, hem de orduyu derleyip toparlayacak zaman kazandı. Bu, Atatürk’ün Sakarya öncesindeki ilk “kurtarıcı” kararıydı. Bu karar, bir ay kadar sonra Sakarya Zaferi’nin kazanılmasında kilit bir rol oynayacaktı.

Atatürk’ün, Kütahya Eskişehir Muharebelerinden sonra meclisten gelen, “ordunun başına geç!” teklifini, “olağanüstü başkomutanlık” şartıyla kabul etmesi, onun ikinci “kurtarıcı” kararıydı. (5 Ağustos 1921). Atatürk, başkomutanlığa getirildiği o gün, zafere olan inancını meclis kürsüsünden “meclise, millete ve tüm dünyaya” ilan etti. Aynı gün yayınladığı bir bildiride de düşmanı ana yurdumuzun “harimi ismetinde (temiz koynunda) boğmaya” söz verdi. Atatürk’ün, bir yenilgi ve geri çekilme sonrasında, herkesin tereddüt ettiği, meclisin bir günah keçisi aradığı, kurtuluşa inancın azaldığı çok kritik bir anda, büyük bir cesaretle ve inançla “olağanüstü yetkili başkomutan” olup vatanın ve milletin tüm sorumluluğunu adeta tek başına omuzlaması, tarihte benzeri görülmemiş bir fedakârlıktı.

Başkomutan Atatürk, orduyu, meclisi ve milleti “topyekûn” bir savaşa hazırladı. Bu amaçla 7-8 Ağustos 1921’de “Tekâlif-i Milliye Emirlerini” yayınladı. Buna göre bedeli sonradan ödenmek üzere halkın elindeki yiyecek, giyecek maddelerinin yüzde 40’ı, öküz ve at arabalarının yüzde 10’u, binek ve taşıt hayvanlarının yüzde 20’si ile her evden bir kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık istendi. Böylece Atatürk, para bulmanın neredeyse imkânsız olduğu bir ortamda, gerçekçi ve pratik bir çözüm olarak “zorunlu iç borçlanmaya” gidip ordunun en temel ihtiyaçlarını karşılamayı başardı. Bu, onun üçüncü “kurtarıcı” kararıydı.

Sakarya Zaferi’nde Atatürk etkisi en çok da -büyük başarıyla uygulanan- “topyekûn savaş” stratejisinde kendini gösterir. Atatürk, Nutuk’ta bu topyekûn savaş stratejisini şöyle açıklıyor: “Savaş ve çarpışma demek, iki milletin; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla, bütün mallarıyla, bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşması ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için bütün Türk milletini, cephedeki ordu kadar, düşüncesi ve duygusuyla ve fiili olarak savaşla ilgilendirmeliydim...”


Sakarya Meydan Muharebesi


Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasında, orduların kahramanlığı, komutanların fedakârlığı yanında, Atatürk’ün topyekûn savaş stratejisiyle tüm milleti harekete geçirmesinin rolü büyüktü.

Atatürk’ün Yönetimi ve Cephe Emirleri


14-22 Ağustos 1921 tarihleri arasında Yunan ordusu ilerlemeye başladı. 23 Ağustos 1921’de Türk ve Yunan orduları karşı karşıya geldi.

Başkomutan Atatürk, 12 Ağustos 1921’de Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa ile Ankara’dan Polatlı’daki cephe karargâhına gitti. Cephe incelemesinden geri dönerken atından düşüp yaralandı. Kaburgası kırıldı. Tedavi için 16 Ağustos’ta Ankara’ya gitti, 17 Ağustos’ta kırık kaburgayla tekrar cepheye döndü. Malıköy yakınlarındaki Alagöz karargâhına yerleşti. Savaşı buradan yönetecekti.

Atatürk muharebenin başından sonuna kadar verdiği cephe emirleriyle savaşın kaderini etkiledi. Örneğin Atatürk, 12 Ağustos’ta Genelkurmay Başkanlığı’ndan 18. Fırka’nın kaldırılıp ihtiyat grubunun takviye edilmesini istedi. Takviye işinin nasıl yapılacağını 6 maddede tek tek anlattı. Yine 12 Ağustos’ta 12. Grup Komutanı’nın, bu grubun ihtiyata alınması önerisini, cephede yerleşmiş ve yapacakları görevleri bilen 3 tümenin, özellikle düşmanın ileri harekâtının başladığı sırada geriye alınmasının yanlış olduğu gerekçesiyle kabul etmedi. Buna karşın komutana iki seçenek sundu. “Hangi hal şekli sizce uygunsa, hemen bildiriniz” dedi. (Seçenek sunup kararı komutana bırakması dikkat çekici).

14 Ağustos’ta Milli Savunma Bakanı Refet Paşa’nın, birkaç gün sonra başlayacak meydan muharebesi öncesi ordunun tüm ihtiyaçlarını karşılamasını istedi. Aynı gün bütün Müdafaa-i Hukuk Merkezlerine gönderdiği telgrafta “İstihbarat ve Matbuat Umum Müdürlüğü’nün bildirimlerine göre halkın aydınlatılmasını” istedi.

15 Ağustos’ta Tekâlifi Milliye Encümeni Başkanından gaz tenekesi, fıçı, kırba gibi su araç gereçlerini toplayıp cepheye göndermesini istedi.

16 Ağustos’ta Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya düşmanın durumu hakkında bazı sorular sordu.

17 Ağustos’ta Fevzi Paşa’dan,6. Fırka’nın bütün kuvvetiyle hemen Mürettep Fırka’ya iltihak ederek Karahisar’a taarruz etmesini” istedi.

19 Ağustos’ta bütün komutanlara kapsamlı bir cephe emri verdi. 10 maddelik bu emirde komutanlara yapması gerekenleri tek tek sıraladı. Özellikle cephede iletişimin sağlanmasına dikkat çekiyordu.

20 Ağustos’ta Batı Cephesi Komutanlığı’na şu emri verdi: “1. Kuvvet ve vaziyetiniz düşmanı mağlup etmeye uygundur. 2. Muharebe hattı üzerinde bazı noktalarda ileri geri hareketler normaldir. Herhangi bir kıtanın geri çekilmesi halinde diğer kıtalar topçu ve piyade yardımına koşmalıdır. 3. Muharebelerin şiddetli anında komutanlar duygularına kapılmadan itidal ve sükûnetle hareket etmelidir. 4. Bu emir bütün komutanlıklara duyurulacaktır.

Atatürk, İsmet Paşa’yla yaptıkları cephe değerlendirmesini, 21 Ağustos’ta, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’ya aktarıp görüşünü rica etti.

Muharebe sırasındaki yazışmalardan Atatürk’ün, silah arkadaşlarıyla görüş alışverişi içinde karar aldığı görülmektedir ki, zaferin sırlarından biri budur.

Sakarya Meydan Muharebesi’nde iki ordu 100 km genişlikte, 20 km derinlikteki cephede karşı karşıya geldi. 24 Ağustos’ta Mangaldağı, 26 Ağustos’ta Türbetepe Yunan ordularının eline geçti.

Atatürk, 26/27 Ağustos’ta Milli Savunma Bakanı Refet Paşa’ya, meclisin Kayseri’ye taşınmasını emretti. Ancak durumun düzelmesi üzerine bu emri uygulatmadı.

Bir ara ordunun yönünü değiştirdi. Sol kanattaki Türk kuvvetleri Ankara’nın 50 km güneyine kadar çekildi. Savunma hatları yer yer kırıldı. Ama kırılan hatların yanında hemen yenileri kuruldu. O sırada Yusuf İzzet Paşa’nın, “Bu hat da giderse hangi hattı savunacağız?” diye sorması üzerine Atatürk şu taktiği verdi: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz, onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevzilerden atılabilir, ama küçük büyük her birlik ilk durabildiği noktada yeniden düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.” Türk ordusu, işte bu “sathı müdafaa” taktiğiyle düşmanın üstün kuvvetlerini yıpratıp yok edecekti.

Atatürk, Fevzi Paşa’nın da görüşünü alarak Haymana’da düşmanı karşıladı. 27/28 Ağustos’ta Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya 12. Grubun gece Haymana’ya varacağını bildirdi. Geceleri de süngü hücumları yapılmasını ve Çeltik civarına gelecek Süvari Grubu ile mutlaka irtibat kurulmasını emretti.“Bütün gruplar şu anda bulundukları mevzileri inatla müdafaa edeceklerdir... Hakk’ın inayetiyle düşman pek yakında kesin yenilgiye uğratılacaktır” dedi. 28 ve 30 Ağustos’ta da Fevzi Paşa’ya, Haymana civarındaki ordularda yapması gereken düzenlemeleri bildirdi. Ordu sol kanadındaki değişikliklerin biran önce yapılmasını istedi.

Yunan ordusu, 30 ve 31 Ağustos’ta da saldırılarını sürdürdü. 2 Eylül’de Çaldağı Yunan ordusunun eline geçti. Ancak 3-5 Eylül arasındaki Yunan taarruzları sonuçsuz kaldı.

Atatürk, 5 Eylül’de gazeteci Berte G. Gaulıs’e bir demeç verdi: “Yunan istilacılarını sonunda yurdumdan kovacağımı kuvvetle umuyorum” dedi.

Taarruz zamanı gelmişti. 9 Eylül’de Atatürk, komutanlarla Polatlı’nın kuzeyindeki Zafertepe’ye gitti. Gerekli hazırlıkları bizzat yaptırdı. 10 Eylül’de Beylikköprü doğusundan Türk karşı taarruzunu başlattı. Atatürk, o gün, Zafertepe’den daha ileri hatta geçmek istedi. Topçu ateşini daha etkili biçimde düzenlemek için Duatepe’ye, 15. Tümene gitmeye karar verdi. Kazım (Özalp) Paşa’ya muharebeyi Zafertepe’den idare etmesini söyleyip kendisi ileri hatta gitti. Kazım Özalp şöyle diyor: “Başkumandanın böyle önemli bir durumda en ileri hatta taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi fiili hareket hattında takip etmesi subay ve erlerin maneviyatları üzerinde büyük etki yaptı.” (Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 264).

10 Eylül’de Duaptepe, 12 Eylül’de  Çaldağı ve Mangaldağı kurtarıldı.

Başkomutan Atatürk, 12 Eylül’de ordulara verdiği cephe emrinde, “Ordunun amacı geri çekilen düşmanı Sakarya’dan geçerken hezimete uğratmaktır. Bunun için aşağıdaki gibi hareket edilecektir” diyerek 11 maddede harekâtın detaylarını açıkladı.

13 Eylül’de Batı Cephesi Komutanlığına yazdığı bir yazıyla kolordu komutanlıklarında değişiklikler yaptı. (Cephe emirleri için bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.11, s.324-389)

13 Eylül’de Yunan ordusu savaş meydanında binlerce ölü ve yaralı bırakarak geri çekildi. Türk ordusunun cephanesi azalmıştı, kayıpları da vardı, takip hareketi istenilen sonucu vermedi.

Atatürk, TBMM’den başkomutanlık görevini aldığında meclise ve millete “kesinlikle başarıya ulaşacağız” diyerek söz vermişti. Sözünü tuttu. Sakarya kazanıldı.

“Zafer Ordunun, Meclisin ve Milletindir” Dedi


Atatürk, Sakarya Zaferi sonrasında 19 Eylül 1921’de mecliste uzun ve etkili bir konuşma yaptı. “TBMM ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu meydan muharebesi pek büyük bir meydan muharebesidir. Harp tarihinde belki misli olmayan bir meydan muharebesidir” dedi.

Sonra “bu büyük zaferi kazanan heyeti hürmet ve takdirle yad etmeyi vicdani bir vecibe” gördüğünü söyledi. Önce Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’dan, sonra Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’dan, sonra da Milli Savunma Bakanı Refet Paşa’dan övgüyle söz etti.

Daha sonra diğer grup, kolordu, fırka komutanlarını övdü. “Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam...” diyerek subayları takdir etti.

Sonra da Mehmetçiğe iltifat etti. “Bu milletin evlatlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz... Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum etmeye kalkışmak hayal ile iştigaldir” dedi.

Zafertepe (10 Eylül 1921)


Atatürk, konuşmasının sonunda ise “barışa” vurgu yaptı: “Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısıyız” dedi. “Efendiler, bütün cihan bilmelidir ki, Türk halkı, TBMM ve onun hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez. Her medeni millet ve hükümet gibi hürriyet ve bağımsızlığının tanınması isteğinde katiyen ısrarlıdır. Ve bütün davası bundan ibarettir. Biz savaş taraftarı değiliz, barışseveriz... Biz savaş değil barış istiyoruz. Barış yapmaya hazırız...” dedi.

Atatürk, konuşmasını şöyle bitirdi: “Ordumuz, vatanımız dâhilinde bir tek düşman neferi bırakmayıncaya kadar takip, baskı ve taarruzuna devam edecektir.

O gün meclis Atatürk’e “gazi” ve “mareşal” unvanları verdi.

Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden sonra ordunun, meclisin ve milletin tüm sorumluluğunu üzerine alan, Sakarya Meydan Muharebesi’nin her anında, en ufak ayrıntılara dek orduları çekip çeviren, 10 Eylül’de başlattığı taarruzu – kaburgası kırık olmasına rağmen- bizzat cephede en ileri hatlardan yöneten Başkomutan Atatürk, Sakarya Zaferi sonrasında kendisini öne çıkarmadı, bu zaferin bütün onurunu, gururunu Fevzi, İsmet ve Refet paşalar ile diğer komutanlara, subaylara ve erlere bıraktı.

Atatürk, Sakarya Zaferini, “TBMM ordusunun zaferi” diye adlandırarak da bu zaferin meclisin ve milletin eseri olduğunu vurguladı.

Atatürk, bu büyük askeri zafer sonrasında bile “savaş” sözünden çok “barış” sözünü kullandı; barış için savaştıklarını belirtti. Ancak ”Hukukumuzu sağlayıncaya kadar silahımızı elimizden bırakmayacağız” dedi. Çünkü özgür ve bağımsız olmadan gerçek barışın gelmeyeceğini çok iyi biliyordu.

★★★

Sakarya, Atatürk’ün diğer savaşları gibi, “haklı” ve “meşru” bir savaştı. 100 yıl önce Sakarya’da hakkımız, hukukumuz, özgürlüğümüz, bağımsızlığımız için savaştık. Sakarya’nın kazanılması sayesinde vatansız kalmaktan kurtulduk. Bugün Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da yaşananlardan sonra “vatansız kalmanın” ne demek olduğunu ve Sakarya’yı daha iyi anlamış olmamız; 100. yılında Sakarya’yı daha büyük bir heyecanla kutlamamız gerekirdi. Ama nafile!