Müzik hep Türk kültürünün önemli bir parçası oldu. Türkler Müslüman olduktan sonra da çalıp söylemeye devam ettiler. Osmanlı’da bir saray müziği gelişti. Cumhuriyet, halk ezgilerinden çağdaş teknikle ulusal Türk müziği yaratmak istedi.


Neredeyse tüm pandemi yasaklarının kaldırıldığı bir ortamda gece 12.00’den itibaren “müzik yasağının” devam edecek olması geçen hafta çok konuşuldu. Bu kararın, “Siyasal İslamcı” AKP iktidarının dinselleştirilmiş “Yeni Türkiye” hayaliyle ilgili olduğu ileri sürüldü. İktidarın şarkı söyleyen, müzik dinleyen, dans eden bir toplum hedeflemediği dikkate aldığında bu iddianın hiç de temelsiz olmadığı anlaşılıyor.

Peki ama müziği, şarkıyı “din dışı” gören anlayışın dayanakları nelerdir? Türk kültüründe müziğin yeri nedir? Osmanlı’dan Cumhuriyete müzik konusundaki çalışmalar nelerdir?

İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE MÜZİK

İslam öncesi Türkler, doğayla iç içe hareketli bir yaşam sürüyordu. Gece ayın, gündüz güneşin altında, uçsuz bucaksız bozkırlarda doğanın binbir türlü sesleriyle sürekli etkileşim içindeki eski Türklerde müzik hayatın doğal bir parçasıydı. Türkler erken dönemlerde kendilerine özgü müzik aletleri geliştirip çalmaya başladılar. Çok geçmeden kopuz çalıp şarkı söyleyen “ozan” geleneği doğdu.

Türk boyları müzik dinlemeyi, şarkı söylemeyi, dans etmeyi çok seviyordu. Anneler çocuklarını “ninnilerle” büyütüyorlar, ninnilerle büyüyen o çocuklar evlenirken (düğünlerde) ve savaşa giderken müzik eşliğinde dans ediyorlardı. İslam öncesi Türklerde müzik dinsel hayatın da en önemli parçasıydı. Eski Türklerde şamanlar dinsel ayinlerde çeşitli müzik aletleri eşliğinde şarkılar söyleyip danslar ediyordu.

İslam öncesi Türkler müzik yapmak için her boyutta davul, def, zil ve kaşıktan oluşan vurmalı çalgılar; zurna, ney ve kavaldan oluşan üflemeli çalgılar ve kopuz, ıklığ gibi telli çalgılar kullanıyordu.

İslam öncesi Türklerde müzik eşliğinde yapılan eğlencelerde kadın erkek birlikte ve yan yanaydı. Bugün Anadolu’da hâlâ devam eden kadınlı erkekli düğünler, halaylar o günden bugüne ulaşan bir gelenektir.

Dünden Bugüne İslam’da Müzik


İslam’ın ana kaynağı Kuran’da açık bir müzik yasağı olmamasına karşın, İslam dünyasında İmam Gazali, Şeyh Mahmut Saltut ve Nablusi’nin müzikle ilgili olumsuz görüşleri yaygınlık kazanmıştır.

11. yüzyılda yaşayan Gazali, şu 5 durumda İslam’da müziğin yasak olduğunu söylüyor: 1. Şarkı söyleyen kadınsa ve dinleyen de kadın sesinin şehvetinden tahrik olursa, 2. Müzik, içki ve sefahat ile ilgili çalgılar eşliğinde olursa, 3. Şarkılarda baştan çıkartıcı sözler geçiyorsa, 4. Dinleyicide şehvet ve hırs uyandırıyorsa, 5. Müziğe çok zaman harcanırsa. Yani Gazali’ye göre İslam’da müzik “bazı şartlarla” serbesttir. Bu şartlar son derece göreceli olduğundan, Gazali’nin bu yaklaşımından yola çıkıldığında müziğin yasaklanması için bir gerekçe bulmak hiç de zor değildir.

Nitekim Gazali’nin müzik yorumu İslam dünyasında hâlâ etkisini koruyor. Örneğin, ülkemizde bugün, “Müziğin dindeki yeri nedir?” sorusuna Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu - Gazalici yaklaşımla- şöyle cevap veriyor: “İslam’ın ilke ve esaslarına aykırı, günaha sevk eden, haramı teşvik eden müzikleri yapmak ve dinlemek günahtır. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte ise dinen bir sakınca yoktur...”

Bugün yine tamamen Gazalici bir yaklaşımla konuyu değerlendiren Prof. Orhan Çeker, “İslam inancına uygun düşmeyen müzik haramdır...” diyor.  Prof. Çeker, “Farklı değerlendirmeler olmakla birlikte İslam’da KADIN sesinden müzik dinlemenin caiz olmadığını” da belirtiyor. Görüldüğü gibi 11. yüzyıldaki Gazali yorumu, 21.yüzyılda bir ilahiyat profesörü tarafından neredeyse aynen tekrarlanmakta.

Ancak 21.yüzyılda İslam dünyasında hâlâ taraftar bulan bu yasakçı yorumlar Türkiye’de tarihsel zeminden yoksundur.

Osmanlı’da Müzik


Türkler Müslüman olduktan sonra kültürlerinin en önemli parçalarından müziği ve dansı hayatlarından çıkarıp atmadılar. Alevi, Bektaşi, Mevlevi İslam yorumlarıyla dinsel ayinlerinde müzik ve dansı kullanmayı sürdürdüler. Böylece tekke müziği ortaya çıktı. Halk müziği ve ozan geleneği ise halk arasında yaşamaya devam etti.

Padişahların aynı zamanda halife olarak adlandırıldığı Osmanlı’da “saray müziği” olarak adlandırılan yeni bir müzik türü gelişti. Osmanlı’da 15. yüzyıldan itibaren müzikte “Peşrev, Saz Semaisi, Medhal, Sirto, Longa, Taksim, Çiftetelli ve Zeybek gibi çalgı müziği formları“ oluştu. Saray müziğinde “Ney, Tambur, Miskal, Rebab” gibi çalgılar kullanıldı. Sarayda, Enderun Mektebi’nde müzik dersine de yer verildi. III. Selim, II. Mahmut, V. Murat gibi Osmanlı padişahları müzikle ilgilendiler, besteler yaptılar. Osmanlı’da uzun bir süre askeri amaçlı “mehter”, kulakların pasını sildi. 19. yüzyılda mehterin yerini Batı’dan esinlenilerek saray bandosu durumundaki “Mızıkai Hümayun” aldı. Osmanlı’da çok önemli besteciler de yetişti: 19. yüzyıla gelindiğinde Dede Efendi’nin çağdaşları ve yetiştirmeleri; Şakir Ağalar, Dellalzade İsmail Efendiler, Hacı Faik Beyler, Hacı Arif Beyler ve Zekai Dedeler eserler vermişti.

Rönesans’tan ve Aydınlanma’dan uzak kalan Osmanlı’da Batı’daki gibi bir çok sesli müzik gelişemedi. Yine de 19. yüzyılda, saray ve çevresinde, giyim kuşamdan ev eşyasına kadar uzanan “Tanzimat alafrangalığının” bir parçası olarak Batı’nın “çok sesli musikisi” benimsenmeye başlandı. Bu çevrelerde özellikle piyano büyük ilgi gördü. Bu dönemde aralarında Liszt ve Vieuxtemps gibi dünyaca ünlü birçok sanatçı sarayda ağırlandı. Avrupa’dan birkaç aylığına opera ve operet takımları gelerek İzmir ve İstanbul’da gösteriler yaptı. 1914’te “Darülelhan” adıyla ilk müzik okulu kuruldu. Ancak bu hayli zayıf ve saray çevresiyle sınırlı çok seslilik çabaları sonuçsuz kaldı. Türkiye’de çok sesli müzik Cumhuriyet döneminde atılan devrimci adımlarla gelişmeye başladı.

Osmanlı’da 16. yüzyıldan kalma bu minyatürde padişah bir köçeğin oyununu ve Mevlevi dervişlerinin semahını izliyor.

Cumhuriyetin “Ulusal Müzik” Çabası


Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde, Bizans kaynaklı olduğunu iddia ettiği Doğu musikisinin (Alaturka musikinin) atılarak onun yerine halk ezgilerinin derlenip çok sesli teknikle işlenerek bir Türk musikisi yaratılmasını önerdi.

1934’te Atatürk, Doğu musikisini bir kenara bırakarak onun yerine halktaki “yüksek deyişleri, söyleyişleri” toplayıp bunları “genel son musiki kurallarına göre” işleyerek “Türk ulusal musikisinin” yükselerek evrensel musikide yerini almasını istedi. İşte Erken Cumhuriyet Dönemi müzik çalışmaları Atatürk’ün bu sözlerinden ilham alınarak yapıldı. Amaç, bir ulusal Türk musikisi yaratmaktı.

1923’te Darülelhan’a eklenen Batı müziği şubesi ile burası yarı konservatuara dönüştürüldü.

1924’te Mızıkai Humayun Ankara’ya aktarılıp modernize edilerek Riyaseticumhur Musiki Heyetine dönüştürüldü. (1958’de de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası oldu).

1924’te Ankara Musiki Muallim Mektebi açıldı. Böylece ortaöğretimde çok sesli musikiyi öğretecek müzik öğretmenleri yetiştirilmeye başlandı.

1925’ten itibaren müzik öğrenimi için Avrupa’ya öğrenci gönderildi. Ekrem Zeki Ün, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses, Ahmet Adnan Saygun o öğrencilerden bazılarıydı.

1925’te Türk musikisi yaratma projesi kapsamında halk ezgilerini toplamak için Anadolu’da ilk derleme gezisi yapıldı. Notaya alınan halk ezgileri defterler biçiminde yayınlandı.

1926’da okullarda Doğu musikisinin öğretilmesine son verildi. Halk ezgilerine dayanan şarkılar ve marşlar öğretilmeye başlandı.

1927’de Darülelhan’ın Doğu musikisi bölümü kaldırılıp burası İstanbul Belediye Konservatuvarı’na çevrildi.

1927’den itibaren İstanbul Belediyesi’nin şehir bandosu gibi birçok il, ilçe, belediye, dernek ve kurum bando kurmaya başladı. Öyle ki 1930’larda Sümerbank fabrikalarında bile bando takımları ve orkestralar kuruldu.

1927’den itibaren marşlar ve çok sesli şarkılardan oluşan zengin bir müzik arşivi hazırlandı.

1928’den itibaren devlet, çok sesli müziğin temel eserlerini yayınlamaya başladı.



1930’dan itibaren halk ezgilerinden yararlanarak çok sesli teknikle ilk yapıtlar bestelendi. Türk Beşleri; Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin ilk eserlerini verdiler.

1930’dan itibaren Riyaseticumhur Musiki Heyeti, Ankara Türk Ocağı’nda Batı müziği konserlerine başladı. Bu konserler zamanla yurda yayıldı. Bu arada radyo konserleri de başladı.

1932’den itibaren yurt genelinde kurulan Halkevleri, müzik kollarıyla ülke genelinde çok sesli müziğin yerleşmesi ve gelişmesine çalıştılar. Bu kollar, çeşitli müzik kursları açtılar, köylere kadar giderek halk ağızlarında dolaşan şarkı ve türküleri derlediler. Hemen hemen her Halkevi bando, orkestra ve korolar kurup çok sesli müziği kendi bölgelerine ulaştırdı.

1934’te Ankara’da Kültür Bakanı Abidin Özmen başkanlığında bir Müzik Kongresi toplandı.

1934-1936 arasında, “kulakları çok sesli müziğe alıştırmak amacıyla”, radyoda Doğu musikisi çalınmadı. 1936 sonunda -bizzat Atatürk’ün isteğiyle- bu uygulamadan vazgeçildi.

1934’te Ahmet Adnan Saygun, Atatürk’ün isteği ve yönlendirmesiyle ilk Türk operası Özsoy’u besteleyip sahneledi.

1935’te Türkiye’deki müzik çalışmalarına yön vermesi için ünlü Alman besteci Paul Hindemith Türkiye’ye davet edildi.

1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı açılıp öğretime başladı.

1936’da ünlü Macar besteci ve müzikolog Bela Bertok halk müziği konusunda çalışmalar yapması için Türkiye’ye davet edildi.

1937’de Türkiye’de bilimsel yöntemlerle yürütülen en büyük halk ezgileri derleme çalışması başlatıldı. Derleme gezilerine katılan ve 1938’de Ankara Devlet Konservatuvarı Folklor Arşivi başına getirilen Muzaffer Sarısözen pek çok türküyü notaya aktardı.

1938’de Almanya’dan davet edilen Eduard Zuckmayer, Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’ne bölüm başkanı olarak atandı.

1940’ta kurulmaya başlanan Köy Enstitülerinde çok sesli müziğe büyük önem verildi. Enstitülerden her öğrenci en az bir müzik aleti çalarak mezun oldu.

1940’ta Devlet Konservatuvarı kuruldu. Bu kurum 1949’da Devlet Operası’na dönüştü.

1942’de Ankara ve İzmir’de Türkçe opera gösterilerine başlandı.

1944’te İstanbul Şehir Orkestrası kuruldu. Orkestra, Cemal Reşit Rey yönetiminde iyi işler yaptı.

1948’de üstün yetenekli çocukların tüm masrafları karşılanarak yurt dışına gönderilmesine olanak tanıyan “Harika Çocuklar Yasası” çıkarıldı. Önce 8 yaşındaki İdil Biret ile 12 yaşındaki Suna Kan, sonraki yıllarda da 10 kadar harika çocuk Paris’te piyano ve keman sanatçısı olarak yetişti.

Genç Cumhuriyet, Adnan Saygun, Leyla Gencer, Suna Kan, Ayla Erduran, Verda Erman, Gürer Aykal gibi dünya çapında müzisyenler yetiştirdi.

★★★

Sözün kısası, müzik hep Türk kültürünün önemli bir parçası oldu. Türkler Müslüman olduktan sonra da çalıp söylemeye devam ettiler. Bazı halife padişahların bile müzikle uğraştığı Osmanlı’da, bir saray müziği gelişti. Cumhuriyet, halk ezgilerinden, çağdaş teknikle ulusal Türk müziği yaratmak istedi, halkı çok sesli müzikle tanıştırdı.

Kimse kusura bakmasın! Binlerce yıldır çalıp söyleyen bu halk, çalıp söylemeye devam edecek; bu senfoni hiç susmayacak.

KAYNAKLAR:


- “Müziğin Dindeki Yeri Nedir?”, https://kurul.diyanet.gov.tr, (Son erişim, 26 Haziran 2021).

- Atilla Sağlam, “İslam’da Müzik Yasak mı?”, Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, C.XIV, S.1, s. 11-28.

- Gültekin Oransay, “Çok sesli Musiki”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 6, s. 1517-1530.

- Orhan Çeker, “Müzik İle Musiki Farklı mıdır?”,  https://www.habername.com, (Son erişim, 26 Haziran 2021).

- Sinan Meydan, Atatürk’ün Akıllı Projeleri, C.5, İstanbul, 2014.

- Ünsal Yücel, “Atatürk Döneminde Sanat Yaşamı”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul, 1986.