“İlkokulda hepimize bulutların adını ezberlettiler, ama çoğumuz unuttuk, değil mi? Ama bulutlara bakıp hava tahmin etmenin ezber yapmaktan daha kolay yöntemleri olduğunu Çanakkale’ye savaşmaya gelen Vefa Lisesi’nin Sema ve Arz Muallimi Agah Efendi öğretmişti. Örneğin bir buluta bakın ve yanlara mı yoksa yukarı doğru mu genişlediğini inceleyin. Sağanak ve fırtına habercisi bulutlar, daima yukarı doğru genişleyenlerdir.

★★★

Sağanak ve fırtına habercisi bulutlar vardı gökte.

Yukarıya doğru genişleyen kara bulutlar.

Paşamızın dört beş ay sonra bu dünyadan göçüp gideceğini anlamış gibi, gözyaşı dökecek olan bulutlar.

Biraz sonra yağmur çiseleyecekti...



★★★

Oradaydım.

Plajın çay bahçesini işleten oğluma yardım için plajda yatıp kalkıyordum. Paşamız beni ziyarete gelmişti. Kırık dökük ahşap masalarımızdan birine oturmuştu. Mavi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Sağında Salih Bozok, solunda ise Fethi Okyar bulunmaktaydı.

Yanındakiler el pençe divan değildi.

Ben de çok sevdiği Türk kahvesini getiriyordum.

Ne silahlı korumalar vardı etrafta, ne de olağanüstü bir durum. Suikast düzenlemek isteyen o kadar gizli ajan varken koruma ordusuz geziyordu benim yiğit Atam. Türk halkının duası sevgisi onun yanındaydı.

Öylesine.

Sıcak, samimi...

★★★

Birden yerinden kalktı. Denize doğru ilerlemeye başladı. Salih Bozok, Fethi Okyar ve oğlum Ali yanında gitmek istedik. Tam denize beş altı adım yaklaşmışken bizlere döndü ve başparmağını iki yana sallayarak ‘Siz durun burada’ dedi.

Plajdaki insanlar Atatürk’e sevgiyle hayranlıkla, gülümseyerek bakıyor, ona yaklaşıp sarılmak, konuşmak, ışıl ışıl parlayan mavi gözlerini görmek istiyorlardı.

Kalabalığa seslenip işaretler ederek, bizim durduğumuz sınırda durmalarını tembihledik. Herkes olduğu yerde durup paşamıza bakmaya başladı.

★★★

Muhteşem bir andı.

Paşamız denize iyice yaklaştı. Zeybek oynarmış gibi diz çöktü. Avucunun tersi ile denize dokundu.

Denize dokunmak ne demek biliyor musunuz?

Denizi iliklerinde hissetmek demektir.

O bilge umman denizi iliklerine kadar hissetmek için öylece durdu.

İnsanlar şaşkınlıkla bakıyordu. İzin versek hepsi paşamızın yanına gidecek avuçlarının tersi ile denize dokunacaktı.

Paşamız ayağa kalktığında, ayağa kaldırmaya çalıştığı ulusun tüm yükünü taşıyan omuzlarındaki yorgunluk gitmiş, sanki yeniden Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal olmuştu. Sanki o da benim bu duygumu hissetmiş gibiydi.

Geldi yanıma, elini omzuma koydu.

‘Çanakkale’de, onca tüfek, top mermisi arasında tavşan gibi seker koşturur gider, kekik toplar, kekik çayı yapar getirirdin bana’ dedi.

‘Paşam Çanakkale’de kahve yoktu, ancak size yamaçtan kopardığım kekiği kaynatıp ikram edebiliyordum’ deyince, buruk bir şekilde gülümsedi.

★★★

Çanakkale Savaşları’nda sıradan bir erdim. Gösterdiğim kahramanlıklardan dolayı onbaşı şeridimi paşam vermişti. ‘Göreyim seni Topkapılı!..’ diyerek... Sonra kahramanlıklarımın sürdüğünü belirtip, çavuş şeritlerini bana uzatırken de yine; ‘Göreyim seni Topkapılı!..’ diyerek beni cesaretlendirmişti.

Çanakkale’de dökülen kanlara rağmen Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması ile silâhları bırakıp düşmana teslim olmuştu. İngilizler İstanbul’u işgal etmişti. Mustafa Kemal Paşam ile işgal altındaki İstanbul’da görüşür olmuştuk. İstanbul Boğazı’ndaki İngiliz savaş gemilerine bakıp; ‘Geldikleri gibi giderler’ diyerek, ‘Göreyim seni Topkapılı, Çanakkale’de savaştığın gibi, burada da kahramanlıklarını göster’ diyerek beni yine cesaretlendirmişti.

★★★

İşte o cesaretle İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington’nın makam arabasını kaçırmış, Ankara’ya, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Mustafa Kemal Paşa’ya götürüp hediye etmiştim. Paşam o arabayla gelmişti plaja beni sevindirmek için.

Bir o arabaya, bir bana bakıyordu.

★★★

1938 Temmuz ayının ortalarıydı.

Kırık dökük ahşap bir masaya oturmuştuk. Hastaydı, ara sıra öksürüyordu.

Biraz sonra yağmur çiseleyecekti.

İçtiği kahve fincanını alırken omzuma sevgiyle dokunup gülümsedi. Elini öpmek istedim bırakmadı.

‘Sen nasıl bir yaman adamsın’ dedi, ilerideki otomobili gösterip. ‘Nasıl aldın o koskoca otomobili İngiliz Komutanlığı’ndaki nöbetçilerin gözü önünden? Nasıl getirdin taa İstanbul’dan Ankara’ya?.. Haydi, bir daha anlat... Sen bu inanılmaz olayı anlattıkça, ben, Türk insanının her şeyi başaracak imanına, azmine, becerisine bir kez daha hayran kalıyorum...’

★★★

‘O cesareti sizden aldım paşam’ diyerek, anlatmaya başladım:

‘Paşam, sizin direktifinizle oluşturduğumuz gizli direniş teşkilatları; Karakol Cemiyeti, Müdafaa-ı Milliye Teşkilatı, Mim Mim Grubu... Bu kuruluşlar önemli hizmetler yapıyordu. Fakat ben İstanbul’da yöneticisi ve yönlendiricisi olduğum bu gizli kuruluşların yaptıklarının dışında öyle bir şey yapayım ki Türk’ün her şeyi başarabileceğini dünya âlem görsün, diye düşündüm.

İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington’un göz alıcı, her gün itina ile parlatılan ve sıkı korunan makam otomobiline el koyacak ve Ankara’ya götürecektim. Siz değerli komutanıma makam arabası olarak hediye edecektim.

★★★

Hareket, az kişi ile gerçekleştirilecek ama bomba etkisi yaratacaktı. Yardımcımı seçtim: Oğlum Ali... Gözcülük görevini yedi yaşındaki oğlum Ali üstlenecekti.

Oğlumla birlikte günlerce keşif yaptım.

Araba, Tepebaşı’ndaki komutanlık karargâhının önüne park ediliyordu. Başında iki saat arayla değişen üç nöbetçi bekliyordu. Özel şoför; gün boyu otomobili temizliyor; sonra da birinci kattaki dinlenme odasına çıkıyordu.

Bölgede gereken araştırmayı yaptım. Arabanın karargâha geliş ve ayrılış saatlerini belirledim. Nöbetçi sayısını, şoförün davranışlarını inceledim.

★★★

Harekete geçmeye karar verdiğim gün, oğlumla Tepebaşı’na vardığımızda, anormal bir durum yoktu. Ali’yi uyardım; işler ters giderse; hemen uzaklaşacaktı. Küçük Ali çok heyecanlıydı; kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Fakat yine de bütün metanetini toplamış; beni izliyordu. Ali sonra yanımdan ayrıldı; nöbet mıntıkasının ilerisinden dolaştı geldi.

Otomobil her zamanki yerindeydi. Işıl ışıl parlıyordu.

Oğlum gördüklerini aktardı: Binanın giriş kapısının iki yanında, omuzlarında tüfekleri asılı üç asker duruyormuş.

Ben rahat, emin adımlarla komutanlık binasına yaklaştım. Sonra aniden iki tabancamı çekip; nöbetçi askerlerin üzerlerine mermileri boşalttım. Her şey göz açıp kapatıncaya kadar gerçekleşti. Otomobilin direksiyonuna geçtim; motoru çalıştırdım. Yanıma da oğlumu aldım. Son hızla sürdüm. Beyoğlu’nun uzun ve dar sokaklarında sırra kadem bastım.

Otomobili, Karaköy rıhtımında bir istimbota yükledik ve Marmara’ya açıldık.

Karamürsel’de karaya çıktık, önündeki İngiliz bayrağı yerine Türk Bayrağı’nı koydum ve kendim kullanarak Ankara’ya getirdim.

★★★

Çankaya Köşkü’ne gelip karşınızda asker selamı verdim; “Paşam, General Harrington’un arabası, artık sizindir” diyerek otomobili size teslim ettim.

Siz de, akıl almaz, büyük bir iş başardığım söylediniz ve beni alnımdan öperek kutladınız...’”

★★★

Geçenlerde Twitter’daki hesabımdan Büyük Önderimiz Atatürk’ün bir fotoğrafını paylaştım. O fotoğraf karesinde Ata, Salih Bozok ve Fethi Okyar’la birlikte İstanbul- Büyükçekmece’de, Mimar Sinan İskelesi yanında bulunan deniz kıyısı kahvesinde otururken görüntülenmişti.

Yorgun ve düşünceliydi. Omuzuna paltosunu atmış, memleket meselelerine dalmıştı.

(Büyükçekmece’nin başarılı ve sevilen Belediye Başkanı Hasan Akgün’ün girişimiyle, kahve servisi yapılan o masa ve fotoğraf karesi, oradaki lokantada korunuyor.)

★★★

Değerli roman yazarı kardeşim Hasan Baran da o fotoğraftan çok etkilenerek, ATATÜRK’ÜN FOTOĞRAFINA BAKARKEN adlı yeni bir romana başladı.

Okuduğunuz bölümü romanın başlangıcından alıntıladım.

Yaşar Kemal ustanın sağlığında üslubunu ve yazar kişiliğini göklere çıkardığı Hasan Baran’ın giriş satırları bile, bu eserin soluk soluğa okunacağını gösterdiği gibi, devamı için de büyük beklenti yaratıyor.

Zorlu yolculuğunda başarılar diliyorum...