70’li yıllar...

Yapımcı-yönetmen ve sunucu olarak çalıştığım TRT İstanbul Televizyonu’na, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde korkunç insanlık suçlarının işlendiği yönünde ihbarlar geliyor.

Bunları içeriden bildirenlere göre hastane, sağlık kurumu olmaktan çıkmış ve adeta bir toplama kampına dönüşmüş durumda...

★★★

Orada neler yaşandığını kamuoyu bilmiyor. Toplumun haberdar olması gereken gerçeklerse basından, hatta hasta yakınlarından bile gizleniyor.

Bunun yerine kimi zaman hastane bahçesinde cicili bicili giysilerle güneşlenip piknik yapanların fotoğrafları, kimi zaman da müzik aleti çalan, yağlıboya tablosunu zevkle tamamlamaya çalışan hastaların “rehabilitasyon (!)” görüntüleri yayınlanıyor...

Sonradan anlıyoruz ki bunların hepsi mizansen, hepsi düzmeceymiş!..

★★★

Hastalar için organize edilen bir bayram (!) günü, kamera ekibiyle birlikte hastanedeyiz.

Başhekimin peşimize taktığı adamlarına çaktırmadan, gözlerden ırak bir pavyonun önüne geliyoruz.

Aman Allah’ım bir de ne görelim!

Demir parmaklıklar ardında çok sayıda kadın ve erkek hasta çırılçıplak durumda değil mi? Kimi cinsel ilişki halinde, kimiyse tekme tokat kavga ediyor. Gözümüze çarpan tek giysi, bazılarındaki çubuklu pijamalar. Onların da altları ve düğmeleri yok!

“Bu ne haldir, yazık değil mi bu zavallılara? Bu insanlık dışı durum niçin önlenemiyor?” diye sorduğumuz hastabakıcılar hiç umursamadan “Giydiriyoruz ama parçalayıp atıyorlar. Buradaki hastalar üzerlerinde giysi tutmuyor!” cevabını veriyor.

★★★

Başhekimin davetiyle gittiğimiz hastanede, onun yetkilendirdiği kişilerle ve tedavi olmuş hastalarla röportajlar yapıyoruz. Eski model çekim ekipmanı malum, son derece hantal ve bir hayli ağır. Taşıyabilmek için epey güçlü kuvvetli olmak gerekiyor. Kameramanların çoğu bu nedenle bel fıtığı hastası oluyor. Hepimiz ellerimizde ağır çantalar, iki büklüm vaziyette pavyonları dolaşıp çekim yapıyoruz. Bir ara bunları taşımamıza yardımcı olan bir delikanlı yanıma gelip “Ağabeyciğim benimle de bir röportaj yapar mısın? Sana hastaneyle ilgili gerçekleri anlatacağım” diyor. Ben de “Hay hay!” diyerek röportaj sözü veriyorum.

★★★

Akşama kadar çalışıp çekimleri bitiriyoruz.

Hastanenin ve kendisinin reklamının yapılacağını düşünen Başhekim çok mutlu.

Karşılıklı kahvelerimizi yudumlarken, teknik ekip de hem çaylarını içiyor, hem de malzemeleri çantalara yerleştiriyor. İşte tam bu sırada kapıda gün boyu bize yardımcı olan genç görünüyor. Hışımla yanıma gelip başlıyor bağırmaya:

“Abi ben de seni delikanlı biri zannederdim! Ama değilmişsin, teessüf ederim!..”

“Hayrola kardeşim, nereden çıkardın bunu?”

-Hani söz vermiştin, benimle de röportaj yapacaktın?..

“Ah çok affedersin, nasıl da unutmuşum. Vallahi çok mahcubum!..”

Anlıyorum ki o genç de hasta...

★★★

Hemen kameraman arkadaşıma kaş göz işareti yapıyorum. O da kamerayı hazırlamaya başlıyor. Hastayı mutlu edebilmek için güya çekiyormuş gibi yapacağız ama kamerada kaset olmayacak!..

Mikrofonu önündeki sehpaya yerleştirip “Buyur kardeşim, hiç çekinmeden anlat. Sana soru da sormayacağım, içinden ne geliyorsa söyle!” diyorum.

O da başlıyor:

“Taksim’de rüzgarlar sert eserdi... Ah Fenerbahçe yenilmeyecekti... Patates fiyatları da çok pahalı... Türkan Şoray dudaklarını niçin öyle boyuyor... Ne olacak bu memleketin hali?.. Uskumru balığını çok severim!..”

Söyledikleri laf salatasından öte gitmiyor ama hiç müdahale etmeden sabırla bitirmesini bekliyoruz... Ancak başhekim durumun farkında değil. Gerçekten röportaj yaptığımızı düşünerek birden atılıyor:

“Oğlum dakikalardır konuşuyorsun ama hastaneden ve başhekiminden hiç bahsetmiyorsun?..”

Hastadan ne beklersiniz? Ona uzun uzun bakıp patlıyor:

“Has.....r ulan, burada torpil yok, bilmiyor musun?..”

★★★

Sevgili okurlarım,

Merhum Dr. Yıldırım Aktuna başhekim olunca, madalyonun utanç veren yönünü topluma gösterip devrim yapabilmek için hastane kapılarını TRT’ye açıyor.

Tüm insanlık suçlarını teker teker belgeleyip görüntülüyoruz.

Bu satırları yazarken bile tüylerimi ürperten acı gerçeklerden sadece birini anlatayım:

Gözünüzün önüne bir bina (pavyon) getirin. Bu bina, hastanenin çam ağaçlarıyla dopdolu bahçesinin gözlerden ırak bir yerine adeta gizlenmiş olsun. Öylesine unutulmuş yer ki, hastalar genellikle doktor yüzü göremiyor. Yiyecekleri kapılarından içeri atılıyor. Hayvan barınaklarındaki yalak benzeri bir yerden hem su içiyor hem de dışkılarını yapıyorlar.

Buradan çıkamayacağını düşünen bazı hastalar, tavandaki masif ağaçlarda bulunan kasap çengeli gibi yerlere kendilerini asarak intihar ediyorlar...

Ayrıntıya girip sizi daha fazla üzmek istemiyorum.

★★★

Yayınladığımız görüntüler kamuoyunda şok etkisi yaratıyor.

Rahmetle andığım Dr. Yıldırım Aktuna ve ekibi, toplumu arkalarına alarak başlattıkları yardım kampanyasıyla bir devrime imza atıyorlar.

Hastane kısa sürede o kapkaranlık günlerini geride bırakıp, alanında Ortadoğu ve Balkanlar’ın bir numaralı sağlık kurumu haline geliyor...

★★★

Sevgili okurlarım,

Kapanma günleri bittikten sonra vakit bulabilirseniz iki yere uğramayı lütfen ihmal etmeyin.

Birincisi Darülaceze ve huzurevleri, diğeri ise ruh ve sinir hastalıkları hastaneleri...

Oralarda yol gözleyen unutulmuş insanları iki çift laf etmek için sizi beklerken bulacak, ziyaretinizle onların yalnız kalplerinde bir sevgi vahası oluşturacaksınız...

Zira yaşlılar ve düşkünler için yalnızlığın yaşanması o kadar zordur ki!..