Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’dan, Roma’daki Erdoğan-Biden zirvesiyle ilgili çarpıcı iddia...


Değerli okurlarım,

30 Ekim’de Roma’da yapılan Erdoğan-Biden görüşmesinde Türkiye’nin ağır bir yükümlülük ve risk altına sokulduğunu gösteren ciddi işaretler var. Bu nedenle, tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ ile bugünkü söyleşimizde, Roma’daki zirvenin arka planını, sürpriz denebilecek sonuçlarını ve bu bağlamda Türk tarafınca ne gibi tavizler verilmiş olacağını ele alacağız.

★★★

UĞUR DÜNDAR (UD): Sayın Elekdağ, Roma’daki buluşmada Ankara ile Washington arasındaki buzlar eridi mi?

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (ŞE): Taraflar arasında kritik şekilde tırmanan bir kriz vardı. Bunun, Roma’daki Cumhurbaşkanı Erdoğan-ABD Başkanı Biden görüşmesinde birden yatıştığını, olumlu ve yapıcı bir havaya dönüştüğünü gördük. Ancak, ilişkilerin güven ve istikrara dayalı bir zemin üzerinde geliştiğini söyleyebilmek için zamana ihtiyacımız var. Bu konuda değerlendirme yapabilmek için, olaylar zincirine bir göz atmak yararlı olacak. Krizin ilk halkası, Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurul Toplantısına katılmak için gittiği New York’ta oluştu. Biden ile görüşme talebi kabul edilmeyen Erdoğan, öfkesini kontrol edemedi ve Biden’ın şahsını da hedef alan sert açıklamalarda bulundu. Üst düzey ABD yetkililerinin Türkiye’yi yaptırımlarla tehdit ederek mukabelede bulunmalarıyla kriz şiddetlendi. Erdoğan bu yüksek tansiyon ortamında Rusya’ya Putin’le görüşmeye gitti. Soçi’de Rus liderle görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, Rusya ile silah sanayisinden uzay teknolojisine kadar uzanan çeşitli alanlarda ortak projeler gerçekleştirme hususunda mutabık kalındığını belirtti. Biden yönetimine nispet verir bir tonda yapılan bu açıklama, Batı basınında istihza (gizli alay) ile karışık “Türkiye Rusya’ya mı yanaşıyor” yorumlarına yol açtı. Arkadan, aralarında ABD Büyükelçisi’nin de bulunduğu 10 Batılı Büyükelçinin Osman Kavala’nın serbest bırakılması çağrısının yol açtığı kriz patlak verdi. Erdoğan’ın büyükelçilerin “istenmeyen adam-persona non grata” ilan edilmeleri hususundaki talimatı, Ankara–Washington ilişkilerini kopma noktasına getirdi. Dış politikamızın, ne denli sağduyudan yoksun, şuursuz ve basiretsiz bir şekilde yürütüldüğünün utanç verici hikayesi bu...

(UD): Roma toplantısına gelirsek... Beyaz Saray’ın yayınladığı günlük programda Erdoğan-Biden görüşmesine sadece 20 dakikalık bir süre ayrılmıştı. Yani Biden tarafı daha başlangıçta görüşmeden pozitif ve somut bir şey çıkması hususunda bir beklentisi olmadığını bu şekilde resmen ilan ediyordu... Sonra görüşme birden, 70 dakikaya uzatıldı ve Biden 180 derecelik bir tutum değişikliğiyle anlaşma ve uzlaşma havasına girdi...

[caption id="attachment_6792970" align="alignnone" width="1200"] Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, Roma’daki Erdoğan-Biden görüşmesinin perde arkasını Uğur Dündar’a anlattı.[/caption]

Peki, Biden’ın Ankara’dan önemli bir taviz almadan tutum değiştirmesi mümkün mü?..

ABD, RUSYA’YA YÖNELİK KUŞATMA POLİTİKASINDA TÜRKİYE’NİN GÜÇLÜ BİÇİMDE YER ALMASINI İSTİYOR

(ŞE): Önce Roma toplantısında Biden’ın Türkiye’ye bakışındaki büyük değişikliği yansıtan şaşırtıcı gelişmelere değineceğim. Biden, “ABD’nin Türkiye’ye önemli bir NATO müttefiki ve stratejik ortak olarak baktığını” vurguladı... Sonra Erdoğan’la birlikte “Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri daha güçlendirmek için irade beyanında” bulundu.  Bu maksatla taraflar aralarındaki sorunların ele alınacağı geniş kapsamlı bir “ortak mekanizma- çalışma grubu” kurulması hususunda mutabık kaldılar. Sonra da Biden, Türkiye’nin 40 adet “Blok 70 F-16 uçağı” ve 80 modernizasyon kiti satın almak hususundaki talebinin, Kongre’nin onayını almaktaki güçlüklere rağmen desteklemeyi vadetti. Beyaz Saray ve ABD yetkililerinin açıklamalarından, Washington’un “S-400 meselesi halledilmeden ikili sorunların çözümünü ele almayız” dayatmasından vazgeçtiğini, ikili çetrefil sorunların paranteze alınıp, ilişkileri ortak çıkarlara odaklanarak geliştirme yaklaşımını kabul ettikleri anlaşılıyor. Taviz konusuna gelince... Batı basınında bu tavizin, Türkiye’nin İran’a yönelik politikasını ABD’yi tatmin edecek şekide “revize” etmesi olduğu yolunda haberler çıktı. Ancak, ABD bununla yetinmez. Üstelik Biden’ın, İran’la müzakereye oturarak 2015 yılında imzalanan “5+1 nükleer anlaşması” temelinde yeni bir anlaşma akdetmek istiyor. Biden, F-16 talebi karşılığında Türkiye’den ABD global stratejisinde önemli bir ihtiyacı karşılayacak nitelikte bir taviz ister.

(UD): Nedir bu ihtiyaç?..

ABD, TÜRKİYE’NİN RUSYA’YA KARŞI KARADENİZ’DE KURULACAK ORTAK DENİZ GÜCÜNDE YER ALMASINI İSTİYOR

(ŞE): ABD global denge merkezinin Asya-Pasifik bölgesine kayması nedeniyle dikkatini ve gücünü bu bölgeye yöneltir ve Ortadoğu’daki askeri varlığını azaltırken, Rusya’ya karşı izlediği kuşatma politikasında Türkiye’nin başat bir rol üstlenmesini istiyor. ABD açısından, Karadeniz jeopolitiğinde ana hedef olan Rusya’yı kuşatma ve baskı altında tutma hedefinde Türkiye’nin Washington’un yanında yer alması çok önemli. ABD’nin hararetle istediği, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan’ın katılacağı ortak bir NATO deniz gücü kurularak Rusya ile açık bir mücadeleye girişilmesidir. Bu proje tabiatıyla Montrö kurallarının da uygulamada Batı ekseni lehine esnetilmesini gerektirecektir. Bugüne kadar Türkiye’nin mesafeli durmuş olması dolayısıyla bu proje gerçekleştirilememiştir. Kanımca Biden yönetiminin Türkiye’ye bakışındaki dramatik değişim, Ankara’nın Washington’a bu projeye katılma niyetini bildirmesiyle vuku bulmuştur. Esasen, Biden yönetiminin Türkiye’ye hasmane bir gözle bakan Kongre’ye “F-16 Blok 70” uçakları satın alma talebimizi onay amacıyla sunabilmesi için böyle etkili bir gerekçeye ihtiyacı vardır. Hemen belirteyim, Türkiye’nin bu projeye katılması çok büyük bela ve risklerle karşılaşmasına yol açar.

(UD): Bu bela ve risklerin tam bir netlikle değerlendirilebilmesi için önce Karadeniz’deki ABD/NATO–Rusya mücadelesi hakkında okurlarımızı aydınlatmamız yararlı olacak.

KARADENİZ HAVZASINDA ABD/NATO İLE RUSYA ÇATIŞMA HALİNDELER

(ŞE): Bu mücadelenin temelinde, NATO’nun doğuya doğru genişleme stratejisi ile Rusya’yı tekrar bir süper güç haline getirmek isteyen Putin’in, Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki etki alanlarını tekrar kazanma politikasının çatışması var... Sovyetler Birliği döneminde Karadeniz’in Türkiye sahilleri dışındaki tüm kıyılarında Sovyet hakimiyeti vardı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ardından NATO’nun genişleme dalgasıyla, Karadeniz sahillerinin büyük bir kısmı NATO üyesi Romanya ve Bulgaristan ile Sovyetlerden koptuktan sonra Batı yanlısı politika izleyen Ukrayna ve Gürcistan’ın hakimiyetine girdi. Rusya, Şoçi ile Novorossisk arasındaki 300 kilometrelik bir sahil şeridine sıkışıp kaldı.

Bu ortamda Moskova’nın baskısından kurtulmak isteyen Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üye olma talepleri, ittifakın 2008 Bükreş zirvesinde gündeme geldi ve bu iki ülkeye üyelik sözü verildi. İşte kıyamet bu açıklama üzerine koptu. Rusya, NATO’nun bu kararının gerçekleşmesini önlemek için önce Gürcistan’ı parçaladı, sonra da Kırım’ı ilhak edip Ukrayna’yı bölme operasyonuna girişti. Halen Karadeniz havzasında  ABD/NATO ile Rusya çatışma halindeler. NATO’nun 3 Aralık 2019’da 70. yılını kutladığı Londra’daki liderler zirve toplantısında, Türkiye de dahil, ittifakın 30 üyesi Rusya’yı Batı dünyasının esas düşmanı olarak ilan ettiler. Ukrayna’nın egemenlik ve toprak bütünlüğünün korunmasına verdikleri önemi ve Kırım’ın Rusya tarafından işgalini asla kabul etmeyeceklerini vurguladılar. Ayrıca, Ukrayna ve Gürcistan’a verdikleri üyelik sözünden dönmeyeceklerini açıkladılar. Bu hususlar bundan sonraki her NATO toplantısında da tekrar edildi. Buna karşılık Putin de, NATO’nun doğuya doğru genişlemesine karşı olduğunu ve Gürcistan ile Ukrayna’nın NATO’ya üye olmasının Rusya’nın kırmızı çizgisi olduğunu ilan etti.

KARADENİZ’DE SAVAŞ ÇANLARI ÇALIYOR


(UD): Rusya, “Ukrayna ile Gürcistan benim etki bölgemde kalacaklar, onların Batı yörüngesine kaymalarına kesinlikle müsaade etmem!...”diyor.

(ŞE): Fakat, ABD buna kulak asmıyor. Nitekim, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin Brüksel’de 21 Ekim’deki NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde Gürcistan ve Ukrayna’dan sonra ziyaret ettiği Romanya’da,  “NATO’nun doğu kanadı olması nedeniyle kritik önem taşıyan Karadeniz’in güvenlik ve istikrarının ABD’nin ulusal çıkarı” olduğunu vurguladı. Ayrıca, bölgenin Rus saldırganlığına karşı kırılgan olduğuna işaret ederek, Karadeniz’e kıyıdaş devletleri ortak bir deniz gücü kurarak Rusya’ya karşı birleşmeye çağırdı. Şu anda da Karadeniz’de savaş çanları çalıyor. Ukrayna, doğu sınırına Rusya tarafından 92 bin kişilik yığınak yapıldığını açıklayarak ABD’den yardım istedi. NATO, kuvvetlerini çekmesi hususunda Moskova’ya uyarıda bulundu. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, 21 Kasım’da mevkidaşı Çavuşoğlu’na telefon ederek, Ukrayna yönetiminin “Batılı ortaklarının teşvikiyle ülkenin güneydoğusundaki gerilimi tırmandırmakla suçladı” ve durumun tehlikeli biçimde gelişebileceğini söyledi. Bilindiği üzere, Rusya, Ukrayna ile Türkiye arasındaki Askeri ve Teknik İşbirliği Anlaşması’nın ve Türkiye’nin Kiev’e silahlı insansız hava araçları satmasının Ukrayna’yı “provokatif” hareketlere sevk etmesinden şikayetçi.

(UD): Şimdi, can alıcı noktaya gelelim. NATO deniz gücü projesine katılması Türkiye için ne gibi riskler yaratır?

(ŞE): Rusya tehdidi altında yaşayan Ukrayna ile Gürcistan’ın bağımsızlıklarının, ABD/NATO ile Rusya arasındaki global mücadelenin odak noktası haline geldiğini ve Karadeniz havzasına Soğuk Savaş yıllarındaki gibi çok gergin bir hava hakim olduğunu izah ettim. Bu gergin durumun ufak bir kıvılcımla tehlikeli biçimde tırmanması ihtimali her zaman mevcuttur. Bu durumda Türkiye, NATO deniz gücünde görevli olursa, ABD tarafından tırmandırılacak bir krizin bölgesel çatışmaya dönüşmesi halinde, iradesi dışında kendini Rusya ile çatışma halinde bulacaktır. Türkiye bölgede vuku bulan olaylardan ders almalıdır. Örneğin, ABD “Turuncu devrim” hareketiyle Ukrayna’yı bağımsızlığa, Batı’ya bağlanmaya teşvik etti. Başta Soros olmak üzere, CIA ile çalışan birçok Amerikan “insan hakları ve demokrasi” (!) kuruluşu bu yolda yoğun çaba sarfetti. Fakat Rusya tepki gösterip Kırım’ı ilhak edince Başkan Obama kılını dahi kıpırdatmadı. “ABD, Kırım için Rusya ile savaşa girmez” demeyi de ihmal etmedi. Bu konunun, bir de Montrö Sözleşmesi boyutu var. NATO Karadeniz gücünde yer alması Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi’ni bugüne kadar olduğu şekilde dengeli ve adil biçimde uygulamasını engelleyecektir. Türkiye, Ukrayna ve Gürcistan odaklı her anlaşmazlık veya krizde kendini ABD/NATO tarafından gelen kuvvetli baskı altında bulacaktır. Dikkatler ekonomik krize odaklanmış olsa da, muhalefet partileri bu önemli konuda iktidardan açıklama istemeliler.