27 Ocak 1973...          

O ılık cumartesi sabahı, Amerikan Rivierası olarak bilinen Santa Barbara’daki Baltimore Oteli’nde, Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir,  Ermeni bir katil tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldü.

77 yaşındaki Mıgırdiç Yanıkyan sorgusunda; diplomatlarımızı, Türkler tarafından atalarına yapılan soykırımın intikamını almak için öldürdüğünü söyledi.

Bu olay, ASALA Terör Örgütü’nün 40’ı diplomat olmak üzere, 91 yurttaşımızı şehit edeceği terör eylemlerinin ilki olarak tarihe geçti.

Baltimore Oteli suikastından yıllar sonra değerli dostum, meslektaşım-yazar Haluk Şahin, Santa Barbara adliyesindeki dosyaları inceleyerek “Unutulmuş Bir Suikastın Anatomisi” adlı kitabı yazdı ve terörist Yanıkyan’ın tüm söylediklerinin yalan olduğunu belgelerle ortaya koydu.

ABD Başkanı Joe Biden’ın Türkiye’yi soykırım yapmakla itham etmesinin ardından, konunun uzmanı Haluk Şahin -benim de hislerime tercüman olarak- aşağıda okuyacağınız satırları kaleme aldı:

★★★

“Subay olan babam için tartışılacak bir şey yoktu. İmparatorluğun en ayrıcalıklı ‘milleti’ olan Ermeniler Rusların oyununa gelmiş, mensup oldukları ülkeyi arkadan vurmuşlardı. Başlarına ne geldiyse bu yüzden gelmişti.

Eğitim sistemimiz bu konuda susmayı tercih ettiğinden çocukluğumda ‘Anadolu Ermenilerine ne oldu?’ sorusuna verecek bir yanıtım yoktu, çünkü bilgim yoktu. 1958 yılında 17 yaşındayken bir burs ile Amerika’ya gittiğimde, yanında kaldığım aile beni Türk yemekleri yedirmek için New York’ta bir Ermeni lokantasına götürmüştü.

Türk olduğum anlaşılınca, yandaki masadan yaşlı bir madam kalkıp gelmiş, bana sarılıp hüngür hüngür ağlamıştı. Şaşırmış ve nedenini anlayamamıştım ama o gözyaşlarının arkasında derin acılar yattığını sezmemek mümkün değildi.

★★★

Aradan 15 yıl geçtikten sonra Amerika’da Santa Barbara’da Mıgırdiç Yanıkyan adlı bir ihtiyar, 30 yaşındaki pırıl pırıl arkadaşım Konsolos Bahadır Demir’i ve Başkonsolos Mehmet Baydar’ı pusuya düşürerek öldürdü. 

Ben her konu gibi soykırım savının daha açık bir zihinle araştırılması ve tartışılmasından yana olduğumu söyledim. ‘Yani soykırım değil mi?’ diyenler oldu. ‘Ona ben karar veremem. Yetkili bir mahkemenin verdiği bir hüküm olmadığına göre konu hâlâ açık’ türünden şeyler söyledim. Bazıları hemen kabardılar, ‘soykırımdır’ demeyenlerle konuşmaya bile değmeyeceğini söylediler. Çünkü onlara göre ‘soykırım yok’ diyenler inkarcıydı, ırkçıydı, yalancıydı, Türkiye’nin ajanıydı!..

★★★

Peki, sonuç baştan belli olduğuna göre neyi tartışacaktık? Verilecek tazminatın miktarını ya da bırakılacak toprakların yüzölçümünü mü?

Ben, Bahadır’ın acısına rağmen, konuyu açık bir zihinle tartışmaya, ikna olursam ‘soykırım olabilir’ demeye hazırdım. Ama onlar ‘hayır, soykırım olmayabilir’ demeye kesin olarak hazır değildiler!..

★★★

Amerika’da önemli bir üniversitede hocaydım. Akademiyada ‘soykırımdır’ diyenlere, burslar, fonlar, kürsüler, kilise nişanları vardı. Demeyenlere ise ilgisizlik ve soğukluktan başka bir şey yoktu.

Nitekim pek çok Amerikalı gazeteci ve bilim adamını da ‘inkarcı’ listesine koyarak dışladılar. Bir dönem çok önemli isimlerin de yer aldığı inkarcı listelerinin Katolik Kilisesi’nin aforoz listelerinden pek farkı yoktu!..

★★★

Bu tutum düpedüz ‘entelektüel terör’dü. Engizisyon mahkemeleri, dinsel iktidarlar ve faşist diktatörlüklerin çok kullandıkları bir şeydi bu: ‘Ya bizim inancımızı kabul ettiğini ilan edeceksin ya da sonuçlarına katlanacaksın!..’

Aynı dönemde 301. maddeden yargılanan gazeteci meslektaşım Hrant Dink bu türden entelektüel şantaja ve teröre hep karşı çıktı. Kendisi ‘soykırımdır’ diyordu ama ille sen de diyeceksin demiyordu.

Tam tersine, bu derin yaranın ancak peşin hükümsüz, özgür ve açık konuşmayla aşılabileceğine inanıyordu. Bu sorun, bu ülkenin -bizim ülkemizin- sorunuydu ve özgürce konuşabilmeliydik! Çünkü onu yalnız biz çözebilirdik!

Onu alçakça öldürenler ‘soykırım’ savını dayatanlara en büyük hizmeti yaptıklarının farkında değildiler.

★★★

Amerika’da hegemonyasını kurmuş olan ‘soykırım’ fetişizmi nedeniyle bir süredir bu konunun rahatça tartışılabilmesi iyice zorlaşmıştı. Önemli gazeteler, 25 yıl önce yayınladıkları mektup ve ilanların benzerlerini artık ‘soykırımdır’ demediği için kabul etmiyorlardı.

Atlantik’in öbür yakasında ise koskoca ‘özgürlükçü’ Almanya bu yazıdakine benzer düşüncelerimi dile getirdiğim ‘Unutulmuş Bir Suikastın Anatomisi’ adlı kitabımın ‘The Hate Trap’ adlı çevirisinin yayınlanmasını birtakım baskılarla engelledi. Yani, entelektüel teröre ortaklık etti.

İşin bir de reel terör veçhesi vardı tabii. Arkadaşım Bahadır gibi 40 Türk diplomat ‘soykırım’ demeyen bir ülkeden olduğu için öldürüldü.

★★★

Gerçek bir tartışmayı imkansız kalan ‘soykırım’ terimi fetişizmi Amerika’daki Ermeni diasporasının şoven örgütleri ve destekçileri tarafından, gerektiğinde kanla beslenen, bir entelektüel proje olarak büyütülüp geliştirildi. Üç gün önce de Amerikan Başkanı Biden’ın onaylaması ile zafere ulaştı.

Siyasal İslamcıların iktidara gelmesinden beri kendi kimliği konusunda kafası karışık olan Türkiye yönetimleri ve hariciyesi bu projeye karşı acemi ve yetersiz kaldılar.

Bunları yazarken Türkiye’de uzun yıllar egemen olan ve bu konuda devletin tezine karşı çıkanların canına okuyan yasal baskı ortamını unutmuş değilim. Keşke kendi aramızda özgürce konuşmaya daha önce başlayabilseydik. Kaldı ki Türkiye’nin ABD gibi dünyanın ifade özgürlüğünde en öndeki ülkesi olmak gibi bir iddiası da yoktu...

Kendim de Büyük Rus Harbi’nden sonra Balkanlar’da katliamlardan geçmiş bir aileden geldiğim için Anadolu Ermenilerinin acılarına hep empatiyle baktım. Ancak, entelektüel terörün hegemonyasına boyun eğip ‘soykırım’ demedim, diyemezdim...”