80’li yıllar geldiğinde Türkiye, esrar ve eroinden sonra, kokain kaçakçılarının da hedefindeki ülke olmaya başladı.

Öyle ki Hürriyet’in unutulmaz Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in desteğiyle 1986 yılında hazırladığım yazı dizisi, İstanbul sosyetesinin yoz bir kesiminde büyük paniğe sebep oldu. Çünkü gazeteye konuşan kokain partilerinin gözde isimlerinden genç bir kadın, kimlerle bu alemlere katıldığını isimler, adresler vererek anlatıyor, çılgın gecelerde tabaklar dolusu kokainin elden ele adeta çikolata ikram edercesine dolaştırıldığını söylüyordu. Anlattığına göre; kokain kullanımı öylesine hızla yayılıyordu ki, onu dinlerken uyuşturucu haberleri yapmaya alışkın olan ben bile kulaklarıma inanamıyordum!..

★★★

Eroin üretiminde kullanılan afyon, ham veya baz morfin olarak genellikle Afganistan ve İran üzerinden ülkemize geliyor, buradaki laboratuvarlarda eroine çevrildikten sonra, bir bölümü iç pazara sürülüyor, kalanı Balkanlardan Batı ülkelerine doğru gidiyordu. Laboratuvar işlemlerinde kullanılan asid anhidrit çevreye kötü kokular yaydığı için daha çok İran sınırına yakın bölgeler ve İstanbul kırsalındaki gözden uzak çiftlikler tercih ediliyordu.

80’li yıllarda narkotik uzmanı emniyet mensupları kendi aralarında eroin işi yapanlara “tozcu” veya “peynirci” derlerdi. Bunun nedeni ise kaçakçıların eroini sevk ederken her tarafı lehimlenmiş peynir tenekelerini tercih etmeleriydi!.. 

★★★

Gelelim, eroinle altın arasındaki ölümsüz aşka:

Merhum Turgut Özal altın ithalatını serbest bırakıncaya kadar ülkemize resmi yollardan tek gram altın girmezdi!

Ama buna karşın Kapalıçarşı’da külçe külçe altın rahatlıkla satılırdı.

Mali Polis’in arada bir yaptığı göstermelik operasyonlarda da külçelerin, Anadolu’dan getirilen yastıkaltı altınların eritilmesiyle elde edildiği söylenirdi!

Oysa gerçek hiç de anlatıldığı gibi değildi.

O yıllarda Türkiye üzerinden Batı’ya giden eroinlerin satışıyla sağlanan kara paralar İsviçre’de aklanarak altına çevriliyor, Zürih’ten kalkan uçaklarla da Bulgaristan’ın başkenti Sofya’ya gönderiliyordu.

★★★

Sofya’dan, hele hele Kapıkule’den sonrası kolaydı!

Çünkü İstanbul’a giden otobüslerin zulalarına yerleştirilen altın ve dövizler, yol boyunca gerekli rüşvetler verilerek, güvenli biçimde Kapalıçarşı’ya ulaşıyordu.

Uyuşturucu kara parasının bir bölümü de bankalar aracılığıyla hayali ihracat dövizleri olarak Türkiye’ye indiriliyordu.

★★★

Eroin-altın-döviz kaçakçılığı trafiğini 80’li yılların başında İstanbul’da Mali Şube Müdürlüğü yapan efsanevi polis şefi Sadettin Tantan’ın operasyonlarda elde ettiği bilgilerden yola çıkarak İsviçre’ye gidip görüntüledik ve belgeledik.

Türkiye’yi sarsan, beni de ölümcül tehlikelerle karşı karşıya bırakan “uyuşturucu-döviz-altın kaçakçılığı” haberlerimizin ardından dönemin Başbakanı Turgut Özal, altın ithalatını serbest bıraktı, ama hayali ihracat sürüp gitti. Ancak şimdilerde “varlık barışı” uygulamalarıyla kara paranın yurda girmesinin önündeki tüm engeller kaldırıldı!..

★★★

Uyuşturucu kaçakçılarıyla terör örgütleri arasında hiç kopmayan bağı ve baronlarca terörün nasıl finanse edildiğini de anlatayım.

1982 yılında, Güneş Gazetesi’nde çalışırken “Dünyayı Saran Sancılı Kuşak” başlıklı yazı dizisi için ekvator çevresindeki ülkelere gittim. Bunlardan biri de Peru’ydu. Orada bulunduğun günlerde “Aydınlık Yol-Sandero Luminoso” adlı terör örgütü militanları bir şehri saatlerce esir alıp, cezaevini bastılar.

Kimleri kurtardılar biliyor musunuz?

Teröristleri ve uyuşturucu kaçakçılarını!..

★★★

80’li yıllar, ayrıca Türkiye’de PKK terörünün de başladığı yıllardı. 

1984’deki Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla adını duyuran bölücü örgüt, tüm dünyada olduğu gibi eroinden payını alıyor, bu parayı vermeyenlere kaçakçılık yolunu kapıyordu.

Zaman içinde bu ilişki öylesine bir boyuta ulaştı ki PKK, kendine ait gümrük kapıları bile oluşturdu.

Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarındaki resmi belgelere göre PKK’ya büyük mali desteği sağlayanlar arasında Behçet Cantürk ve Hüseyin Baybaşin başı çekiyorlardı. Cantürk, 1994 yılında faili meçhul bir cinayetle öldürüldü. Cantürk’ün adı ve ölümü, Susurluk Çetesi’ni soruşturan Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”na girdi.

Türk Escobar’ı olarak ünlenen Hüseyin Baybaşin de PKK’ya finans sağlıyor, terör örgütünün televizyonu olan MED TV bile onun mali desteğiyle yayın yapıyordu.

Baybaşin 1998 yılına kadar bu zehir trafiğini sürdürdü. Ancak o yıl, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi Başkanı Emin Arslan, Avrupa’daki birçok ülke polisinin devrede olduğu bir operasyonla Baybaşin’i Hollanda’da yakalatmayı başardı.

Baybaşin bu ülkede yıllar süren yargılama sonunda yaşam boyu hapis cezasına çarptırıldı.

Türkiye’nin uyuşturucuyla mücadele tarihindeki en büyük başarılardan birine imza atan Emin Arslan ise FETÖ’nün Ergenekon kumpası kapsamında iftiralarla tutuklanarak cezaevine atıldı. Kumpaslar çökünce o da diğer mağdurlar gibi beraat ederek tüm iftiralardan aklandı. Şimdi o da -bir başka Ergenekon kumpası mağduru olan- İstanbul Organize Suçlarla Şube Müdürlüğü’nü kurup 5 yıl süreyle yöneten dürüst, namuslu, yurtsever ve Atatürkçü polis şefi Adil Serdar Saçan gibi avukatlık yaparak hayatını kazanıyor.

★★★

Ne zaman bir uyuşturucu kaçakçısının yakalandığını duysam ya da zehir tacirleriyle ilgili bir haber yapsam, gözümün önüne hemen o kahredici görüntü gelir.

AIDS (HİV) vakalarının Türkiye’de de görülmeye ve bulaşma yollarının tartışılmaya başlandığı günlerdi.

Arena ekibini arayan bir kişi, kendisinin de bu hastalığa yakalandığını ve ölmeden önce toplumu, özellikle gençleri uyarmak istediğini söylüyordu. Telefon numarasını ve verdiği adresi doğrulattıktan sonra İstanbul’da, Balat semtindeki evine gittik.

Karşılaştığımız görüntü anlatılacak gibi değildi.

Evde hiçbir eşya, hatta camlarda perdeler bile yoktu. Salonun ortasındaki yer yatağında, uzun boylu, bir deri bir kemik, 25-30 yaşlarında genç bir adam yatıyordu. Kapıyı güçlükle açıp, bizi içeri alırken nefes nefese kalmıştı.

Yatağa uzanarak anlatmaya başladı: Eroinmanmış!..

Zehrin tutsağı olduktan sonra işini, ailesini ve her şeyini kaybetmiş. Evdeki tüm eşyaları eroin alabilmek için satmış!

Hırıltılı nefesler arasında sözü AIDS’e nasıl yakalandığına getirdi:

“Güzel bir turist kadınla tanışmıştım. O da madde bağımlısıymış. Gecenin bir saatinde eve gelip eroin aldık. Aksilik bu ya tek enjektör kalmıştı. Önce o damardan girdi, sıra bana gelince kolonya ile iğneyi sildim. Ama sonradan anladım ki hastalığı kapmışım! Gençler benim halimi görsünler, ibret dersi çıkarıp uyuşturucunun her türlüsünden uzak dursunlar. Çünkü bu zehir, mutlaka öldürüyor!..”

Hastaneye yatması için iknaya uğraştık. “Sayılı günlerimin kaldığını biliyorum. Komşular eksik olmasınlar kapıma kadar yemek getiriyorlar” deyince, şifalar diledik.

Tam çekim ekipmanlarını topluyorduk ki, öksürük nöbetine yakalandı. Lavaboyu işaret edince koluna girip oraya kadar götürdük.

Sonrasını hatırlarken tüylerim ürperiyor:

Çünkü hortumla sıkılırcasına kan kusuyordu!..

★★★

80’li yıllar sadece esrar, eroin ve kokain gibi uyuşturucuların değil, “casino-kumarhanelerin” de Türk toplumunu ahtapotun kolları gibi sarmaya başladığı yıllardı.

Buralarda büyük oyunculara kokain dahil her türlü ikram yapılıyordu!

Hiç unutmam bir gün “Gazinocular Kralı“ olarak ünlenen merhum Fahrettin Aslan’la, The Marmara Oteli’nin altındaki kafede sohbet ediyorduk. Masada onu ve o alemi yakından tanıyan, güvendiğim bir dostum da vardı. Laf lafı açtı ve Aslan, işlettiği “casino”ya nasıl ruhsat aldığını anlatmaya başladı.

İddiasına göre orası beş yıldızlı otel olmadığı için ruhsat işi yokuşa sürülmüş ve kendisinden rüşvet istenmiş. O da bir bond çantayı tıka basa dolarla doldurup, dönemin ilgili bakanına kendi eliyle götürmüş. (Bunları söylerken İstanbul’daki evin içini tarif ediyor, çantayı hangi odaya bıraktığını tüm ayrıntılarıyla anlatıyordu. Biz de şaşkınlıktan ağzımız bir karış açık dinliyorduk.)

★★★

Sonra sözü kumarhanelere getirdi. Kendisinin bu işten çok para kazandığını ama “casino” denilen bu ışıltılı kumar tuzaklarının bir daha açılmamak üzere kapanmalarının çok iyi olduğunu açık yüreklilikle belirtti.

“Sizi kutlarım Uğur Bey, yoksa daha çok yuva yıkılacak, nice ocak sönecekti” dedi.

Bu arada tanık olduğu birçok acı olayı anlattı.

O yaşamını yitirdi ama, The Marmara’daki sohbetimize tanıklık yapan dostum maşallah dimdik hayatta...

★★★

“Gazinocular Kralı” haklıydı.

Lüks otellerdeki “casino”lar, özellikle “tek kollu canavar” adı verilen makinelerle kumar tutsaklarını pençelerine alıyor ve mahvetmeden bırakmıyorlardı...

Makineler sürekli olarak patrona para getirecek biçimde ayarlanıyor, müşterilerin ise nadiren ve gösteriş amacıyla para kazanmalarına göz yumuluyordu.

Nitekim her şeyini kaybeden bir yurttaş, sürüklendiği bunalım sonucunda Antalya’daki “Lara Casinosu”nun önüne gelmiş, herkesin gözü önünde şakağına kurşun sıkarak, yaşamını noktalamıştı.

Tüm parasının yanı sıra malını, mülkünü kaybedenlerin haddi hesabı yoktu.

Borçlanıp ödeyemeyenler dövülüyor, işkenceyle kolu bacağı kırıldıktan sonra bir yol kenarına atılıyordu.

“Ah”lı paraları sadece patronlar kazanıyordu!

Üstelik kazandıklarının vergisini de vermiyor, günün 24 saati çalışan kumarhaneler Horhor Çeşmesi gibi para akıtarak, onları siyasete el koyacak birer güç haline getiriyorlardı.

Kumarhane Kralı Ömer Lütfü Topal, bu nedenle, yani siyasete yön verme noktasına geldiğinde öldürülmüştü.

★★★

Ekipçe bu beş yıldızlı soygun yuvalarının kapanması için büyük uğraşlar verdik. Arena’da ve o dönemde çalıştığım Hürriyet’te çarpıcı haberler yaptık. Sonuçta canavarların o tek kollarını yok etmeyi ve “casino”ları, bir daha açılmamak üzere kapattırmayı başardık.

Kapatma kararını veren dönemin Kültür ve Turizm Bakanları Mustafa Tınaz Titiz ile Bahattin Yücel’e, halk adına bir kez daha teşekkür ediyorum.

DEVAM EDECEK...