19 Mayıs...

Galata rıhtımından motora bindi, Kız Kulesi açığında demirlemiş olan Bandırma vapuru’na geldi, güverteden belki de son kez baktığı İstanbul’u seyrederken dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu.

Erkanıharbiye binbaşısı Hüsrev Gerede’ye seslendi, İsmail Hakkı kaptana söyle, bana bir dürbün getirsin dedi, dürbün geldi.

Ağır ağır Karadeniz’e açılırlarken dürbünle kuzey ormanlarına baktı, sıhhiye müfettişi tabip binbaşı Refik Saydam’a döndü, memleketi kurtarınca hatırlatın buraya bir köprü diktireyim dedi.

Miralay Kazım Dirik kağıt kalem çıkarmış not alıyordu, memleketi bedavaya kurtarmayalım paşam, müsaade buyurursanız geçiş garantisi de koyalım diye itiraz etti.

Samsun’a çıktılar.



Samsun güvenli değildi.

İngiliz kaynıyordu.

Amasya’ya geçti.

Halk arasında saraydüzü denilen kışlaya yerleşti. Gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, pencerelerinde perde bile bulunmayan, karyolası bile olmayan, bütün eşyası kanepe, ikili koltuk, eski püskü halı ve masadan ibaret bir odada kalıyordu. Gazyağı bile yoktu, gaz lambasında haşhaş yağı kullanılıyordu.

Türkiye’nin 1/1000 imar planı işte bu mütevazı odada yazıldı.



Ahı gitmiş vahı kalmış hurda bir Benz otomobil buldular, o imkansızlık ortamında anca bunu bulabilmişlerdi, yola çıktı.

Asfalt masfalt yok tabii, sağanak yağmurdan balçık haline gelmiş zeminde bata çıka giderek, Erzurum’a ulaştı.

İlk iş telgrafhaneye gitti.

Makine başına oturdu.

Tapu ve kadastro kongresini topladı.



Gene hurda bir otomobile bindi, tavanı örten körükleri bile yırtıktı, yağmurda su giriyordu, Sivas’a gitmek üzere yola çıktı.

Pınar başında mola verdiler.

Acıkmışlardı.

Mazhar Müfit o anı yıllar sonra bile iştahla anlatacaktı, “kut-u layemut (ölmeyecek kadar yiyerek) yaşıyorduk, nevalemiz peynir, zeytin, kuru ekmekten ibaret azıktı, subaşında rastladığımız köylüler torbalarından çıkarıp kuru soğan ikram ettiler, öyle lezzetliydi ki...”

Sivas’a geldi.

Emlakçılar kongresini topladı.

Misak-ı Milli sınırları ve kentsel dönüşüm esasları belirlendi.



Ankara’ya geçti.

Ankara henüz tarla vasfındaydı.

23 Nisan 1920...

Hacı Bayram camisi’nde kılınan cuma namazından sonra, kısa adı Tbmm olan, Türkiye Büyük Müteahhitler Meclisi kuruldu.

Başkent ilan edildi, tarım arazileri parsel parsel imara açıldı.

Meclis binasının pencerelerinde cam yoktu, çatısında kiremit yoktu, iç sıvası bile yapılmamıştı, elektrik yoktu, kahvelerden toplanan gaz lambaları tavandan sarkıtılmıştı, başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda yarık vardı, soğuk giriyordu, Ali Fuat paşa’nın seccadesi oraya çivilenmişti, bir okuldan sıralar getirilmişti, odun sobası kurulmuştu... Bu binaya masraf etmektense, komple yıktırıp, avm yapmaya karar verdiler.



İstiklal Marşı için yarışma düzenlendi, Mehmet Akif Ersoy’un sözleri kazandı, “bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı...”

Müteahhit mebuslarımız itiraz etti, “bastığın yerleri arazi diyerek geçme tanı yapsak daha iyi olmaz mı?” dediler.

Mehmet Akif Ersoy’un asabı bozuldu, yarışmadan çekildi, zor ikna ettiler.



İstanbul, Ege, Akdeniz işgal altındaydı, Karadeniz’de yer yer işgal müfrezeleri vardı, Anadolu’nun dışarıya açılabilen tek penceresi, İnebolu’ydu.

İnebolu-Ankara arasındaki eski çağlardan beri kullanılan 340 kilometrelik kervan yolu, milli mücadelenin şah damarıydı, nefes borusuydu.

Aralık ayı sonlarıydı.

Ağır kış vardı.

Hava bıçak gibiydi.

Sovyetlerin yardım olarak gönderdiği 128 milyar altın ruble, manda kağnılarına sandık sandık yüklendi, kağnıcıların tamamı kadındı, emzikli bebelerini sırtlarına bağlıyorlar, altınlar zarar görmesin diye, çocuklarını açıkta bırakıyor, sandıkları örtüyorlardı, Küre Dağları’ndan geçerken kar fırtınasına tutuldular, tipi yüzünden göz gözü görmüyordu, kafileden kopup kaybolanlar oldu, ölenler oldu.

Sağ salim getirilen 128 milyar altın ruble, Ankara’da hokus pokus oldu, “128 milyar altın nerede?” diye soranlar, vatan haini ilan edilerek, İstiklal Mahkemelerine sevkedildiler.



30 Ağustos...

Ankara’dan gizlice Akşehir’e gelmiş, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’la buluşup, son imar planlarının ayrıntılarını gözden geçirmişti, sakallı Nurettin ve Yakup Şevki paşalara istimlak edilecek arazileri harita üzerinde göstermiş, başkomutanlık çadırını Kocatepe’ye kurmuştu.

Hava zifiri karanlıktı.

Emir erleri yoluna fener tutuyordu.

Hiç konuşmuyordu.

Sakindi.

Sigara tüttürüyor, ufka bakıyordu.

Süvari birlikleri kumandanı mirliva Fahrettin Altay’a döndü, zaferi kazanınca hatırlatın, bu Afyon’a zafer havalimanı diktireyim dedi.

Onbaşı Halide Edip kağıt kalem çıkarmış Ateşten Gömlek için notlar alıyordu, müsaade buyurursanız 1 milyon 200 bin yolcu garantisi verelim, uçsalar da uçmasalar da parasını ödesinler paşam dedi.

Kader ağlarını örüyor, Türk milleti kurtuluşunu, topçularımız ateş emrini bekliyordu.

Yunan ordusu, toplu konut alanlarının temellerini atmış, tel örgülerle çevirerek, müstahkem hale getirmişti, dört binden fazla dozer, kepçe ve beton mikseri kamyonlarıyla lojistik üstünlükleri vardı, inşaat mühendisi, mimar ve amele sayıları katbekat fazlaydı.

Sarışın kurt uzuuun uzun incelediği 1/5000 ölçekli nazım imar planından başını kaldırdı, o keskin gözleriyle kurmaylarına bakarak, “ordular, ilk hedefiniz Kanal İstanbul, ileri” dedi.

Mehmetçik süngü hücümuna kalktı, İzmir’e doğru koşturacaklarına, Trakya’ya doğru Büyük Taarruz’a başladılar.

Yemen’de Balkan Harbi’nde Suriye-Filistin’de vuruşan, iki kere gazi olan Garp Cephesi kumandanı İsmet paşa çok duygulanmıştı, Kanal İstanbul güzergahında milyonlarca metrekare arazi kapatacak olmanın gururuyla yanaklarından iki damla gözyaşı süzüldü, “yaşadık, milletin orasına koyacağız” dedi.



Çünkü...



23 Nisan 2021.

Asrın liderimiz, Mithat Cemal Kuntay’ın “milli şuur”la kaleme alınmış efsane şiirini okudu, “bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır” dedi.

Sonra izah etti...

“Ben bunu hep şuna benzetiyorum, arsa var, arazi var, araziyi arsaya dönüştürmek için belli bir bedel ödemek gerekiyor, aksi taktirde arazinin hiçbir anlamı yok” dedi!