Lucien Olivier, Rusya’da dünyaya gelmiş Belçika kökenli bir aşçıydı, 1860’lı yıllarda Moskova’da Hermitage restoran’ın sahibiydi. Mayonezli bir salata türevi icat etti, votkanın yanında soğuk meze olarak veriyordu, müşterilerine parmaklarını yediriyordu, kapısında kuyruk oluyordu. Şöhreti sınırları aştı, Rus mutfağının geleneksel lezzeti olarak, Olivier Salatası adıyla dünyaya yayıldı.



Bu salata, bize 60 yıl sonra ulaştı.

Bolşevik devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen ve sosyokültürel belleğimize damga vuran Beyaz Ruslar, restoranlar açtı.

Rejans, Splendid, Carpitch, Maxim, Moscovite, Kievski... Yemek kültürümüze kalıcı etkiler yapan bu efsanevi restoranların menülerinde elbette Olivier salatası da vardı. İlk kez Rus restoranlarında tattığımız için, bizdeki adı Rus salatası oldu.



30 sene Rus salatası olarak yedik.



İkinci dünya savaşı bitti.

Moskova gözü bize dikti.

Boğazlarda üs talep etti, doğu sınırımızdan toprak istedi.

Türkiye dışarda sıkışmış, içerde ruhen ikiye bölünmüştü.

Çünkü, Demokrat Parti kurulmuştu, sayın ahalimiz senden-benden diye birbirinin gözünü oymaya başlamıştı.

Tam o günlerde, Washington büyükelçimiz Münir Ertegün kalp krizi geçirdi, vefat etti.

Demirperde’ye karşı Akdeniz’de ve Boğazlar’da gövde gösterisi yapmak isteyen Beyaz Saray yönetimi, bu diplomatik vefatı, diplomatik fırsat olarak kullandı.



Münir Ertegün, Özbekler Tekkesi’nin şeyhi İbrahim Ethem efendi’nin torunuydu. Bu tekke, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya gizlice insan ve cephane kaçırmak için kullanılan bir adresti. İsmet İnönü, Mehmet Akif Ersoy, Halide Edip Adıvar, Yunus Nadi gibi kahramanlarımız, bu tekkede saklanmış, bu tekkeden Anadolu’ya geçmişti. Bu yurtsever görevi nedeniyle, 1925’te çıkarılan tekke ve zaviyelerin kapatılması hakkındaki kanuna rağmen, kapatılmamış, kültür merkezi sıfatıyla devam etmişti. İşte bu kahraman tekkenin şeyhinin torunu olan Münir Ertegün de, Anadolu’ya geçerek, milli mücadeleye katılmıştı. Lozan Antlaşması’nı imzalayan Türk delegasyonunda hukuk danışmanı olarak yeralmıştı. Atatürk tarafından Milletler Cemiyeti’ni gözlemci olarak atanmış, Bern, Paris, Londra, Washington büyükelçisi olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti için anlamı çok büyüktü, milli mücadele kahramanı diplomatımızdı.



Aslına bakarsanız, yedi ay önce rahmetli olmuştu.

İkinci dünya savaşı’nın olumsuz şartları devam ettiği için naaşının Türkiye’ye götürülmesi ertelenmişti, Washington’daki Arlington Ulusal Mezarlığı’nda muhafaza edilmişti.

Vefatından yedi ay sonra, nisan ayında, Missouri zırhlısına yüklendi, ABD’nin dostluk mesajı olarak, Türkiye’ye gönderildi.



Bu ölüm...

Türk-Amerikan ilişkilerinde “doğum” noktasıydı.



Missouri zırhlısı, ABD’nin en büyük savaş gemisiydi.

270 metre boyundaydı, 1600 mürettebatı vardı.

Pasifik’te savaşmıştı.

Japon imparatorluğu’nun ABD’ye kayıtsız şartsız teslimiyet belgesi, Missouri’nin güvertesinde yapılan törende imzalanmıştı.



Güç ve sembol itibarıyla bu kadar önemli bir savaş gemisinin, adeta cenaze arabası gibi gönderilmesi, ABD’nin Türkiye’ye verdiği değeri gösteriyordu.

“Siz rahat olun, biz sizi Ruslara karşı koruruz” mesajı veriliyordu.



Hatta, Missouri zırhlısını tek başına yeterli görmemişler, yanına refakatçi olarak, Providence kruvazörüyle, Power destroyerini ilave etmişler, tabutu taşımak için filo göndermişlerdi!

Kelimenin tam manasıyla, gövde gösterisiydi.



Dedim ya, Türkiye ruhen ikiye bölünmüştü.

Toplumun en az yarısı, ABD’ye yanaşmaktan yanaydı.

Sırtımızı Amerikalılara yaslayalım, Ruslara karşı kendimizi güvenceye alalım diye düşünüyorlardı.

Amerikan mandacılığı, hortlamıştı.



Yalaka basınımız o zamanlar da yalakaydı.

Missouri’nin gelişi anbean takip ediliyor, vatandaşa duyuruluyordu.

Missouri Cebelitarık’tan geçti, Missouri İtalya açıklarında, Missouri Ege Denizi’nde filan... Her geçtiği yerden fotoğraflar yayınlanıyordu, gemilerden röportajlar yayınlanıyordu.

Peki, sayın basınımızın o dönemin ilkel şartlarında, Akdeniz’in ortasından fotoğraf çekebilme, röportaj yapabilme imkanı var mıydı?

Elbette yoktu.

Amerikalılar çekiyor, bunlara veriyor, bunlar da yayınlıyordu.

Bugün olduğu gibi, o gün de “sahibinin sesi”ydiler.



Neticede, İstanbul Boğazı’na demirlediler.

Mübarek cuma gününe denk getirmişlerdi.

Hayırlara vesileydi yani!

Çok kısa süre önce elalemin zırhlıları Boğaz’a demirledi diye kurtuluş savaşı başlatan millet... Elalemin zırhlılarını “kurtarıcı” gibi karşıladı.

Sayın ahalimiz el sallamak için Beylerbeyi’nden Üsküdar’a, Beşiktaş’tan Sarayburnu’na kadar bütün sahillerimize yığıldı.

Sevinç çığlıkları atıldı.

Davullar zurnalar çalındı.

Missouri, toplumsal histeriye dönüşmüştü.

Sayın yalaka basınımız, tarihimizde ilk kez İngilizce manşet attı.

Sekiz sütuna “Welcome Missouri” denildi.

Dolmabahçe sarayı’nın hemen yanındaki Bezmialem Valide Sultan Camisi’nin minareleri arasına “Welcome” mahyası asıldı.

Kız Kulesi’ne “Welcome Missouri” afişi asıldı.

Hereke’de özel halı dokundu, üzerinde İstanbul haritası vardı, Missouri’nin komutanı oramiral Henry Hewitt’e hediye edildi.

Kerhaneye bembeyaz badana yapıldı.

Duvarlarına “hoşgeldiniz denizciler” yazıldı.

Aman ha, Amerikalı bahriyelilere cinsel hastalık bulaşmasın diye, doktorlar gönderildi, kerhane komple muayeneden geçirildi.

Kerhanede çalışan kadınların göbeklerine “welcome” yazıldı.

Dolarlarını Türk parasına çevirsinler diye, Dolmabahçe’de döviz bürosu açıldı.

Taksim meydanı’na dev boyutlu Missouri fotoğrafı yerleştirildi.

Tekel, Missouri markasıyla sigara üretti.

Ptt, Missouri anısına pul çıkardı.

Amerikan bayraklı uçurtmalar uçuruldu.

İstanbul belediyesi, Beşiktaş’tan Karaköy’e kadar tüm binaları pırıl pırıl boyadı, asfaltı yeniledi.

Sadece Amerikalı bahriyelilere hizmet vermesi için, Dolmabahçe’yle Taksim arasında çalışan, 12 adet belediye otobüsü tahsis edildi.

Otobüsler ücretsizdi.

Sinemalarda, tiyatrolarda 80’er adet koltuk Amerikalılara ayrıldı, sakın bilet parası alınmasın diye sıkı sıkıya tembih edildi.



Ve...

Rus salatası aniden Amerikan salatası oldu!



Niko ve Aleko adında iki kardeş, Rum vatandaşlarımızdı.

İstiklal caddesi’nde, Atlantik ve Pasifik adıyla iki büfe işletiyorlardı.

Tost, sosis filan, bugünkü tabirle fastfood satıyorlardı.

Uyanık Niko efendi cafcaflı bir tabela hazırladı...

“Amerikan salatası 35 kuruş” yazdı.

Büfesinin camına yerleştirdi.

İstanbul kuyruğa girdi!



Kırk yıllık kani, olmuştu yani... Memlekette ne kadar büfe, birahane, lokanta varsa kardeşim, hepsi Amerikan salatası’nın üstüne atladı.

Menülerdeki Rus salatası silindi, Amerikan salatası yazıldı.



O günden bugüne, Olivier salatası’nı ilk kez tatmamızın üzerinden 100 yıl geçti.

Girin lütfen internete... Ne kadar Amerikan salatası tarifi varsa, o kadar Rus salatası tarifi vardır, iki tarif de harfi harfine aynıdır.



Olivier salatası bütün dünyada aynı salatadır ama, dünyada sadece sayın ahalimiz Rus-Amerikan diye tam ortadan ikiye bölünmüştür!



Türkiye’nin soğuk savaş tarihi, budur.



Bizimle hiç alakası olmayan Kore savaşımız da budur.

Elalemin savaşına koşturduğumuz Suriye savaşımız da budur.

S400 de budur.

F35 de budur.

Rus ambargosundan Amerikan ambargosuna savrulmamız da budur.



İşime geldiğinde Amerikan salatası olarak yiyeyim, işime geldiğinde Rus salatası olarak yiyeyim derken, aynı anda ikisi birden sofrada olduğunda ne halt yiyeceğine karar verememektir.



Kendini kurnaz zanneden bu kafayla, turist kazıklar gibi, Kremlin sofrasında başka menü, Beyaz Saray sofrasında başka menü kullanmaya devam edersek, Trump olmuş, Biden olmuş, nafiledir.