“Buğdaydan öğrendim şiiri” demiş Necati Cumalı... “Buğdaydan öğrendim şiiri, canım kara buğdaydan / tadı tat binlerce yıldır, iyilikle cömertlikle alır, sofralarda yerini.”



Hasadını hayranlıkla tasvir etmiş Orhan Veli... “Savruluyor gökyüzünde buğday, gölgeler uzaklaşıyor yerde / savruluyor gökyüzünde buğday / Tanrım! Tanrım! / Bir deva bu derde”



“Gözlerine bakarken, güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma / bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum” diye hissetmiş, Nazım Hikmet... Piraye’nin gözlerine bakarken.



Boğazımızın tokluğu değildir...

Kültürümüzün ekmeğidir, buğday.



Bizatihi Anadolu’dur.



Tee 12 bin yıldır buğday ekiliyor bu topraklarda... Göbeklitepe’ye giden görüyor, insanlık tarihinde ekmeği ilk tadan insanlar, bu toprakların insanlarıydı.

Çatalhöyük’te 8 bin 400 yıllık buğday bulundu, Kültepe’de 7 bin yıllık buğday bulundu, Hattuşa’da Hititlerin ektiği 4 bin yıllık buğday var.

Almanya’da dünyanın bütün buğday türleri tek tek analiz edildi, hepsinin kökeni burası çıktı, bütün dünyaya Anadolu’dan yayıldı.



Mitolojinin tarım tanrıçası, elindeki buğday başağıyla, insanlığa armağan edilen buğdayı simgeleyen Demeter, buralıdır, Frigyalıdır... Tıpkı bereket tanrıçası olan annesi Kibele gibi, Anadoluludur.



Tasavvuftur buğday.

Allah aşkıdır.

“Gönül buğday tanesine benziyor, bizse değirmene / değirmen nerden bilecek, bu dönüşün sebebi ne” demiş mesela, Mevlana.



Kurtuluş Savaşı’dır.

Vatandır buğday.

Sıfırı tüketmiştik işgalde, ne para vardı, ne silah vardı, ne postal...

Ama, ekmeğimiz vardı.

Hiç olmazsa, buğday kavurgası yiyordu askerlerimiz.

Buğday olmasaydı, Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı.

Mustafa Kemal bunu asla unutmadı...

1924’de tedavüle çıkan Cumhuriyet’in ilk madeni parasına “buğday başağı” koydurdu.

Karasaban’a büyük saygı duyardı, “kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye mahkumdur” diyordu, karasabanı “ulusal amblem” yaptı, 1927’de basılan Cumhuriyet’in ilk kağıt parasına “karasaban” koydurdu.

Çalışma odasının duvarında, çalışma masasının tam karşısında, ressam Namık İsmail bey’in “Harman Dövme Sahnesi” isimli tablosu vardı.



“İnsan dediğin buğday tarlası gibi olmalı” demiş Bedri Rahmi... “Esti mi rüzgar, bir değil, milyonlar için esmeli.”



“İki sap buğday olsak, sen benim olsan, ben senin olsam / bir gece vakti aklına gelsem, uykunu tutsam bırakmasam” demiş Attila İlhan.



“Ben burda bir kara suyum / ben burda değirmen taşlarında buğday / anlamakla katlanmak arasında tükendim” demiş Şükrü Erbaş.



“Ekmek beğenmiyormuş / beğenmez tabii / buğday tarlası görmedi ki” demiş, benim canım Süreyya Berfe.



“Ekmeğe karışmışken, toprağı özleyen buğdayım” demiş, Küçük İskender.



Şiirdir buğday.

Şarkıdır, türküdür.

Nuri İyem, Fikret Otyam tablolarıdır.

Erdinç Bakla heykelleridir.

Sait Faik hikayeleridir.

Romandır buğday...

Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde odak noktası, köylü-ağa çatışmasının kırılma noktası, aslında, bir tek buğday tanesidir.

Kilimlerimizin motifidir.

Deyimlerimizdir.

Atasözlerimizdir.

Benliğimizdir buğday.



Ve maalesef bugün...

12 bin yıldır ilk defa bu yıl...

Tarihimizde ilk defa, ürettiğimizden daha fazla buğday ithal ediyoruz.

Dünyanın en fazla buğday ithal eden ülkesi olduk.

1.5 milyar nüfuslu Çin’den bile daha fazla buğday ithalatı yapıyoruz, Konya Ovası’nın 60’ta 1’i kadar toprağa sahip olan kıç kadar Lüksemburg’tan bile buğday ithal ediyoruz.



Ekmektir buğday.

Nimettir.

Mübarektir.

Kırıntısı bile yere düşerse telaşla alınır, öpülür, başa konulur.



E, bu mudur ekmeğe saygı?



Şöyle der mesela, İlhan Berk...

“Biz iyi insanlardık /

Buğdayı gülleri severdik.”