Cemil.

Polisti.

İstanbul işgal edilmişti.

Gülhane Parkı’nda kahırla devriye geziyordu.

Fransız üniformalı üç Senegal askerini, bir Türk kadınına sarkıntılık ederken gördü, kadının elbiselerini yırtmaya çalışıyorlardı.

Kurtulmaya çabalayan kadın çığlık çığlığa yardım istiyordu.

Müdahale etti.

İşgal askerleri tüfeklerine davrandı.

Cemil belindeki tabancayı çekti, trak trak trak, üçünü de vurdu.

Biri öldü, ikisi yaralıydı.

Cemil kaçmadı, teslim oldu.

İşgal kuvvetleri mahkemesine çıkardılar, güya yargıladılar.

Müebbet kürek cezasına çarptırdılar.

Taa Güney Amerika’ya...

“Şeytan adası” olarak bilinen Fransız Guyanası’na gönderdiler.

Firar edilmesi imkansız bir hapishaneydi.

Yeryüzü cehennemiydi.



İngiliz istihbaratının İstanbul’da işbirlikçi Türkler ve yerli Rumlardan oluşturduğu casusluk ağı vardı, kodadı Kara Jumbo’ydu.

Yüzbaşı John Bennett yönetiyordu.

Mükemmel seviyede Türkçe konuşuyordu.

Kuran tefsiri yapabilecek kadar Arapça’ya hakimdi.

Türk-İslam örfünü adetlerini çok iyi biliyordu, örtülü görevlerde Müslüman gibi görünmek için sünnet bile olmuştu.

Kroker Oteli’ni karargah olarak kullanıyordu, Pera Palas’ın yakınındaydı, bodrum katı işkence merkeziydi.

Her akşam Büyükdere’deki Rum gazinolarına eğlenmeye giderdi, sabaha karşı Kroker Otel’e döner, bodruma iner, tutuklu Türkleri küfürler eşliğinde kamçıyla döver, sonra uyumaya giderdi.

Sadistti.



İstanbul’daki üst düzey İngiliz casusları ise, albay Nelson tarafından yönetiliyordu, Ramiz bey takma adıyla tanınıyordu.

Şişli’de bir apartmanı karargah olarak kullanıyordu.

O da tıpkı Bennett gibi pürüzsüz Türkçe konuşuyordu.

Suikast, sabotaj, Anadolu’da ayaklanma örgütlemek, Nelson’ın işiydi.



465 yıl sonra esir düşen İstanbul’un sokaklarında, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikalı, Yunan, Cezayirli, Senegalli, Faslı, Hintli, hatta Japon askerleri devriye geziyordu.

Canları kimi isterse, onu tutukluyorlar, canları kimi isterse, onu kurşuna diziyorlardı.



İstanbul’un fethi, İstanbul’u fethettiğimizden beri, 1453’ten beri ilk kez kutlanmıyordu, işgal kuvvetleri komutanlığı tarafından yasaklanmıştı.



Penceresinden İstanbul Boğazı’na her baktığında top namlusu gören Vahdettin, Dolmabahçe Sarayı’nın bombalanmasından korkup, Yıldız Sarayı’na taşınmıştı.

İkinci Mehmet’in fethettiği İstanbul’da, Altıncı Mehmet’in hali buydu.



Fener Rum Patrikhanesi’nin kapısına çift başlı kartal armalı Bizans bayrağı çekilmişti, patrik efendi Bizans bayrağı taşıyan otomobille dolaşıyordu.



Ramazan ayında, İngiliz topçusunun iftar topuyla oruç açılıyordu!



İstanbul fiilen İngiltere toprağı olmuştu, “vize”ye bağlanmıştı, İstanbul’a gelmek isteyen bir Türk, İngiliz konsolosluğundan vize almak zorundaydı.



Mustafa Kemal ilk iş Topkapılı Mehmet’i yanına çağırdı, “Mim Mim Grubu’nu kuracaksın” dedi.

Müdafaa-i Milliye.

M.M.

Başharflerinin Osmanlıca okunuşu Mim Mim’di.

Eski tulumbacıydı.

Kolunda meşin bileklik, boynunda muska taşıyordu, kabadayıydı.

Gözükaraydı.

“Topkapılı Cambaz Mehmet” adıyla nam salmıştı.

Doğma büyüme İstanbullu’ydu.

Çanakkale’den beri Mustafa Kemal’in askeriydi.

Temasları hiç kesilmemişti.

Samsun’a geçmeden önce yaptığı gizli toplantılar sırasında, Şişli’deki evine gelenlerden biri, Topkapılı Mehmet’ti.

İstanbul’da üç bin elemanı vardı.

Sandalcı, hamal, esnaf... Sokakta müthiş bir istihbarat ağı kurdu.

Yaprak kımıldasa haberi oluyordu.

Gizli evleri, gizli depoları, gizli buluşma noktaları vardı.

Anadolu’ya bilgi, insan, silah, cephane kaçırıyorlardı.

Mustafa Kemal için canını vermeye hazır olan Topkapılı Cambaz Mehmet, gizli haberleşmede “Demir” kodadını kullanıyordu.

İstanbul’da resmi olarak albay Neşet bey’e bağlıydı.

Neşet bey de, albay İsmet’e (İnönü) bağlıydı.

Mim Mim Grubu’nun en önemli silahı, sustalıydı.

Hedef alınan işgal subaylarını, Türk kadınlarına sarkıntılık eden veya esnafa tokat atan işgal askerlerini gölge gibi takip ediyor, tenhada bıçaklıyorlardı.

İşgal kuvvetleri için keskin ve sessiz bir tehlikeydi.

Semt semt örgütleniyorlardı.

Gerekirse mahalle mahalle vuruşulacaktı.

Topkapılı Cambaz Mehmet filmlere çekilmesi gereken, romanları yazılması gereken sansasyonel operasyonlara imza attı. İngiliz işgal kuvvetleri komutanı general Harrington’ın makam otomobilini çaldı mesela, bizzat sürerek götürdü, Ankara’da Mustafa Kemal’e hediye etti!



Bilahare, yine İstanbul’da Hamza Grubu kuruldu.

Askeri istihbarat teşkilatıydı.

Hazreti Hamza’nın kuvvetinden, cesaretinden ilham alınmıştı.

Sivil ve asker gönüllülerden oluşan Mim Mim Grubu görevini layıkıyla yerine getirmişti, artık askeri hiyerarşide faaliyet gösterecek kurumsal teşkilata geçilmişti, Genelkurmay’a bağlıydı.

Lideri albay Neşet beydi.

Eminönü merkez üssüydü.

Hüseyin Hüsnü Eczanesi’nin tavanarasında toplanıyorlardı.

Ay, Yıldız, Güneş gibi kodadları kullanıyorlardı.

İstanbul-Ankara arasındaki mesaj trafiğini, Büyük Postane’nin bodrumundaki gizli telgraf merkezinden yürütüyorlardı.

İstanbul Telgraf Müdürü İhsan bey, Mim Mim Grubu mensubuydu, onun Nişantaşı’daki evinin bodrumuna da gizli bir telgraf merkezi kurmuşlardı.

İstanbul’daki konsolosluklarda çalışan, İzmir’de Bursa’da Manisa’da, işgal bölgesinde çalışan casusları, muhbirleri vardı.

Grubun kilit isimlerinden Şakir Muzaffer bey, telgraf-kurye iletişimini sağlayan şifre anahtarını taşırken, İngilizler tarafından yakalandı, bu hadise üzerine, grubun ismi Mücahid olarak değiştirildi.

Daha sonra Muharip Grubu oldu.

İsim değiştikçe, işgal istihbaratının kafası karışıyordu.

En son Felah Grubu ismini aldı.



Mühimmat depolarını soyuyor, dolu sandıkları götürüyor, onların yerine birebir aynı sandıkları bırakıyorlardı. Böylece, İngilizler depoların soyulduğunu anlamıyor, lazım olup da sandıkları açtıklarında boş olduğunu farkediyorlardı.

Çıldırtıcı bir taktikti.



Selimiye Kışlası’nın deposundaki telsizleri de yine böyle zeki bir planlamayla çalmışlardı. Planı, teğmen İhsan yapmıştı. Haydarpaşa askeri hastanesinde görevli yurtsever bir doktor, Selimiye’de görevli bir Türk askerine “veba” teşhisi koydu, karantina raporu yazdı. Elbette bu teşhis sahteydi ama, veba raporunu duyan kaçarak uzaklaştı, Selimiye Kışlası insansızlaştırıldı.

Felah Grubu geceyarısı girdi...

Bir tek nöbetçiyle bile karşılaşmadan, komple boşalttı.



İstanbul’dan o kadar yüklü cephane çalınıyordu ki, bunları takalarla küçük motorlarla taşımak artık imkansız hale gelmişti.

Fransız ve İtalyan ticari gemilerini kiralamaya başlamışlardı!

Parayı silah gibi kullanıyorlardı.

İşgal kuvvetleri Türk teknelerinde titizlikle arama yaparken, hem akıllarına gelmediği için, hem de kapitülasyonlar nedeniyle Fransız ve İtalyan gemilerine dokunmuyorlardı.

İnebolu’ya Mersin’e devasa miktarda mühimmat indiriyorlardı.

İtalyan şirketi Lloyd Triestino Company’e ait gemiyle, İstanbul’dan sahra topları gönderilmişti mesela, İnönü Savaşları’nın kazanılmasında bu topların kritik faydası olmuştu.



Felah Grubu’ndan yüzbaşı Kemal bey’in Fransız istihbaratından elde ettiği bir harita, Kurtuluş Savaşı’nın en değerli istihbarat çalışmalarından biriydi.

Çünkü bu harita, Yunan ordusunun Ege’de konuşlandığı tüm noktaları, bütün mevzilerini, bütün topçu merkezlerini, bütün tahkimatı, bütün lojistik yollarını gösteriyordu.



İstanbul’dan Anadolu’ya dört binden fazla insan kaçırdılar.

40 bin tondan fazla cephane kaçırdılar.



Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi, Ahmet Yesevi öğretisinden geliyordu, 1752’de Buharalı dervişler tarafından kurulmuştu, milli mücadele dönemindeki şeyhi, Ata efendi’ydi.

Özbekler Tekkesi, Kuvayı Milliye üssü olarak kullanılıyordu.

İsmet İnönü, Halide Edip Adıvar, Yunus Nadi, Mehmet Akif Ersoy gibi isimler, önce burada saklanmış, buradan Anadolu’ya geçmişti.



Anadolu’ya insan, silah, cephane kaçırılan bir başka Kuvayı Milliye merkezi, Kadıköy’deki Şahkulu Sultan Tekkesi’ydi.

Alevi Bektaşi dergahının kuruluşu İstanbul’un fethine dayanıyordu, o dönemki postnişini Ahmet Nuri Baba, Mim Mim Grubu’nda görev yapıyordu.



Tam o günlerde, Yıldız Sarayı’nda düğün vardı.

Padişahımız Vahdettin efendimiz beşinci eşiyle dünya evine giriyordu!

Beşinci zevce Nevzad hanımdı, 18 yaşındaydı.

Vahdettin o sırada 60 yaşındaydı.

18 yaşında kızla evleniyordu ama, kendi kızı bile 29 yaşındaydı.

Gündüz ziyafet verildi, akşama doğru kına gecesi yapıldı.

Padişahın öbür eşlerinin birer nedimesi, nikaha şahitlik etmek üzere saraya getirildi. Harem adetlerinin gereğiydi... Kadınefendiler, yani padişahın ilk dört eşi, nedimelerine verdikleri vekaletle, yeni ortaklarını kabul etmiş olurlardı.

Emine Nazikeda kadınefendi, İnşirah kadınefendi, Müveddet kadınefendi ve Nevvare kadınefendi, nedimelerini gönderdiler.

Nevzad hanım beyaz ipekten gelinlik giymişti.

Başına pırlantalı taç takılmıştı.

Boynunda pırlantalı kolye vardı.

Yüzü beyaz tül’le kapalıydı.

Kanepede oturuyordu.

Hazinedar kalfa, yani en kıdemli cariye, maiyetindeki cariyelerle birlikte geldiler, padişahın baş imamı ve iki harem ağası da geldi.

En son Vahdettin geldi.

Nikah merasimi başladı.

Padişah, gelinin yanına kanepeye oturdu.

İmam kanepenin karşısında yere oturdu.

Salondaki herkes merasim boyunca ayakta durdu.

Harem ağaları şahit olduklarına dair yemin ettiler. Nedimeler, vekaleten yeni hanımefendiyi kabul ettiklerine dair yemin ettiler.

Nikah kıyıldı.

Hazinedar kalfa, padişahın önünde diz kırdı, elindeki gümüş kutuyu açtı, içindeki gümüş mührü çıkardı, Nevzad hanım’ın avucuna koydu, “sizi ikbal ilan ediyorum, inşallah hayırlı bir zevce ve saray için şerefli bir hanımefendi olursunuz” dedi.

Padişah çıktı gitti, kadınları yalnız bıraktı.

Gecelere kadar şenlik devam etti.



Vatan evlatları toprağa kefensiz girerken...

Vahdettin efendimiz kokular sürünüp, gerdeğe girdi.



Sirkeci’deki Büyük Postane’nin bodrumunda gizli telgraf merkezi kurulmuştu.

İkinci kattaki muhabere salonundan çaktırmadan hat çekilmişti.

Vatansever telgrafçılarımız mesai bittikten sonra binaya sızıyor, yeraltındaki odada gaz lambasının ışığında sabaha kadar çalışıyorlardı. Anadolu’ya mesaj gitmesin diye kapıda nöbet tutan süngülü İngiliz askerlerinin ruhu bile duymuyordu.

Silah cephane sevkiyatı, Anadolu’ya geçecek subayların sahte kimlik belgeleri, İngiliz casusların isim listesi gibi hayati konularda kesintisiz trafik yaşanıyordu.

Direksiyon binası’ndan Mim Mim Grubu’na iletilmek üzere, bazı günler 400’ün üzerinde şifreli telgraf geliyordu.

İstanbul’un işgal edilmesini Mustafa Kemal’e ilk aktaran Manastırlı Hamdi bey, Büyük Postane’deki yurtseverlerimizden biriydi.

Ankara-İstanbul arasında vızır vızır kuryeler dolaşıyordu, adeta mekik dokuyorlardı, telgraf hatları kesildiğinde, şifreli mesajlar elden ele ulaştırılıyordu.

Mustafa Kemal’in kodadı “Nuh”tu.

Mesajlarının altına imza olarak “Nuh” yazıyordu.



1914’te Çanakkale Savaşı’nda kıyıya demirleyen ve yüzer tabya olarak kullanılan Mesudiye zırhlısı, İngiliz denizaltısı tarafından batırılmıştı. Sulara gömülmeden önce 75 milimetrelik iki topu sökülmüş, kurtarılmış ve Haliç’e getirilmişti.

Sütlüce’deki askeri depoda, İngiliz nöbetçilerin kontrolünde tutulan bu toplar, bir geceyarısı operasyonuyla çalındı.

Birisi, Kasımpaşa’daki Büyük Cami’nin tabutluk bölümüne, diğeri, Beyoğlu Kulaksız’da bir mandıraya saklandı.

İlk fırsatta Anadolu’ya gönderildi.



Haliç’te bağlı tutulan Alemdar römorkörü kaçırıldı.

Zonguldak açıklarında bir Fransız hücumbotu tarafından önü kesildi.

Kurtulmayı başarıp Ereğli’ye yanaştı ama, gemiden gemiye çatışma sırasında serdümen Recep kahya hayatını kaybetti.

Milli mücadelenin ilk ve tek deniz şehidiydi.

Kaptanı Adil beyin planıyla kaçırılan Alemdar römorkörü, silah ve cephane taşıma işinde Karadeniz’de hayati görev yaptı.



Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin depolarında ne kadar ilaç ve sargı bezi varsa, çalındı, Akşehir’e götürüldü.



İngiliz yüzbaşı Armstrong, Felah Grubu’ndan çektiklerini yıllar sonra şöyle anlatacaktı... “Depoları soyuyorlardı, önleyemiyorduk, bir gece ben oradayken gene silahlı Türkler geldi, nöbetçileri bağladılar, görülecek olsam vurulurdum, zorlukla saklandım, Türkler barut mahzenlerinde rahat rahat sigara içiyorlardı, tahtaları kırarak ateş yakıyor, yemek pişiriyorlardı, patlayıcı maddeleri hiç korkmadan, hiç telaş etmeden taşıyorlardı.”



Hakimiyet-i Milliye başta olmak üzere, Anadolu’da yayınlanan yurtsever gazeteleri İstanbul’a getiriyorlar, vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına çaktırmadan bırakıyorlar, halkın bu gazetelere ulaşmasını, hiç olmazsa şehiriçi seyahat sırasında okumasını sağlıyorlardı.

İstanbul halkı bu gazeteler sayesinde, Ege’de Adana’da Urfa’da Kars’ta cephe cephe neler oluyor, öğreniyordu. TBMM’de alınan kararlardan, çıkarılan kanunlardan böyle haberdar oluyordu.



Felah Grubu’nun en önemli görevlerinden biri, Anadolu’ya geçen subay, astsubay ve sivillerin aileleriyle ilgilenmekti.

Çünkü, vatanı kurtarmak için kendi canlarını hiçe sayarak Anadolu’ya geçenler, eşlerini çocuklarını analarını babalarını İstanbul’da bırakıyorlar, her saniye akılları onlarda oluyordu.

Milli mücadelenin yazılmayan çok önemli yönlerinden biridir bu.

Felah Grubu, İstanbul’da kalan ailelerin ekonomik sıkıntılarıyla ilgileniyor, gerekirse maddi yardımda bulunuyordu.

Hastalık olursa, doktor sağlanıyor, ameliyat ettiriliyorlardı.

Vefat olursa, kendi ailelerinden biri vefat etmiş gibi, defnedilene kadar, son göreve kadar cenazeyle ilgileniyorlardı.

İzmir işgal edildiğinde Anadolu’ya geçip, İstanbul’un kurtuluşuna kadar ailesini göremeyen subaylar vardı.

Felah Grubu, Anadolu’daki bu eşler-babalar-evlatlarla, İstanbul’daki aileleri arasında kesintisiz mektup trafiğini sağlıyordu.



Şeytan adası’na götürülen polis Cemil’i herkes unutmuştu...

İki defa kaçmaya teşebbüs etmiş, ikisinde de yakalanmış, prangaya vurulmuştu, ömrünün sonuna kadar orada çürüyecekti.

Cemil bile kendisinden umudu kesmişti.

Ama, Mustafa Kemal asla unutmadı!

Asla peşini bırakmadı.

Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp, Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün kurumlarıyla tesis ettikten sonra, Fransa’nın Ankara büyükelçisini Çankaya Köşkü’ne çağırdı.

Bizzat talep etti.

“Haksızlığa uğrayan Cemil’i memleketine iade edin” dedi.

Dışişleri bakanımız Tevfik Rüştü Aras’ı da meselenin takibiyle görevlendirdi.

Gülhane’de yaşanan hadisenin üzerinden 10 çileli yıl geçmişti...

Uzuuun uzun yazışmalar nihayet netice verdi.

Cemil serbest bırakıldı.

1929’da yurda döndü.

Galata rıhtımında ulusal kahraman olarak karşılandı.

Tutuklandığında 20 yaşındaydı.

30 yaşında dönmüştü.

Giderken tek kelime Fransızca bilmiyordu, döndüğünde neredeyse Türkçe’yi unutmuştu, Fransızca’yı daha akıcı konuşuyordu.

“Ömrümün en güzel yılları oralarda heba oldu, bundan böyle hayatımı yaşayacağım” demedi... Mesleğine döndü.

Pangaltı karakolunda görevlendirildi.



Henri Charriere isimli Fransız yazar, 1931 yılında cinayetten tutuklanmış, ömür boyu kürek cezasına çarptırılmış, şeytan adası’na gönderilmiş, 13 yıllık kaçış mücadelesinden sonra, hindistan cevizlerinden sal yaparak özgürlüğüne kavuşmuştu.

Kendi hikayesini “Kelebek” adıyla roman haline getirdi.

1968 yılında yayınlandı.

Bu romanın 1973 yılında Hollywood’ta filmi çekildi, başrollerinde Steve McQueen ve Dustin Hoffman oynadı, gişe rekorları kırdı.

Dünyanın en etkileyici filmlerinden biri oldu.

Hafızalara mıh gibi çakıldı.

Fransız Kelebek’in hikayesini bütün dünya ezbere öğrendi.

Fransızlar tarafından şeytan adası’na gönderilen Türk polisi Cemil’in hikayesi, yani, Türk Kelebek’in hikayesi ise, milli mücadele tarihimizin tozlu rafları arasında kaldı.



Ve bugün...

İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşunun 98’inci yıldönümü.



Kurtuluş günü kutlamaları, yurtsever polis Cemil’in küstah işgal askerine kurşunu yapıştırdığı Gülhane Parkı’nda yapılacak.



Biz bu şehri, bu vatanı, işte böyle gerçek kahramanlarımız sayesinde kurtardık, Tbmm’yi Cumhuriyet’i işte böyle gerçek kahramanlarımızla kurduk.



İstanbul’dan milletvekili seçilen İsmail “kahraman” gibi nankörlere kalsaydık, İstanbulumuza hâlâ vizeyle, anca turist olarak girerdik!