Cumhuriyetimiz henüz bir yaşındaydı.

Türk aydınlanma devrimi, akılcı vizyonuyla, daha bir yaşındayken, demokratik ve bilimsel çekim alanı haline gelmişti.

Dünya çapında saygın profesörler, ordinaryüsler, ABD’ye Kanada’ya İngiltere’ye gitmek yerine Türkiye’ye gelmeyi tercih ediyorlardı.

O günlerde, gelecek vaadeden 150’si kız 750 pırıltılı gencimiz seçildi.

Mustafa Kemal “sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönünüz” dedi, Cumhuriyet’in beyin takımını oluşturacak, memleketin sıfırdan inşasına temel atacak olan umudumuz gençlerimiz, yurtdışına eğitime uğurlandı.

Fransa, ABD, Japonya, Çin, Almanya, Belçika, İsviçre, İngiltere, Avusturya, İtalya, Çekoslovakya, Macaristan, İsveç’e gittiler.

Cenevre, Lozan, Sorbonne, Lyon, Freiburg, Heidelberg, Berlin, Charleroi, Harvard, Chicago, Cornell, Missouri, Iowa, Wisconsin üniversitelerinde eğitim aldılar.

Kimisi çok sesli müziğimizin omurgasını oluşturdu, kimisi arkeolojinin babası oldu, kimisi elektrik mühendisi, kimisi tekstil mühendisi, kimisi maden mühendisi, kimisi jeolog, kimisi memleketin ilk beden eğitimi öğretmeni oldu.

Selahattin Reşit Alan, o gençlerimizden biriydi.

Henüz 22 yaşındaydı, Fransa’ya gönderildi, tayyare mühendisi oldu.

Mühendis diplomasının yanısıra pilot brövesi de aldı, yurda döndü.

Eskişehir Tayyare Fabrikası’nda işbaşı yaptı.

Gecesini gündüzüne kattı.

İlk milli uçağımız MMV-1’i üretmeyi başardı.



MMV, milli müdafaa vekaleti, yani, milli savunma bakanlığı anlamına geliyordu, tek motorlu, iki kişilikti, saatte 200 kilometre hız yapıyordu, havada 2.5 saat kalabiliyordu, test uçuşunu bizzat yaptı.



Fotoğraflara iyi bakın lütfen...

Gencecik uçak mühendisimiz Selahattin Reşit Alan, gencecik Türkiye Cumhuriyeti’nin gururu olan milli uçağımıza “kağnı” figürü işlemişti!





(Çünkü...

Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, ilk işlerinden biri olarak, Türk Tayyare Cemiyeti’ni, yani Türk Hava Kurumu’nu kurdu, Türk Hava Kurumu’ndan altı ay sonra da Tomtaş’ı kurdu.

Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi’ydi.

Milli savunma bakanlığı, Türk Hava Kurumu ve Alman Junkers şirketi ortaktı, yüzde 51’i milli savunma bakanlığımıza aitti.

Selahattin Reşit Alan, işte tam olarak o dönemde, Tomtaş kurulur kurulmaz Fransa’ya gönderilmişti.

Bir yıl sonra Kayseri Uçak Fabrikası’nın açılışı yapıldı.

İki yıl içinde yeterli sayıda Türk personel yetişti.

Almanların bilgisine, desteğine gerek kalmadı, Junkers’e teşekkür edildi, devre dışı bırakıldı, Junkers’in ortaklık payı Türk Hava Kurumu tarafından satın alındı, uçak fabrikasının tamamı bizim oldu.

Hemen arkasından, Eskişehir Tayyare Fabrikası kuruldu.

Selahattin Reşit Alan, işte o Eskişehir’deki fabrikada işbaşı yaptı, kendi tasarımıyla, fotoğraflarını gördüğünüz “kağnı”lı uçağı üretti.)



(Atatürk, kağnıyı Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olarak görürdü.

O tekerlekleri gıcırdayan kağnılar, aslında Türk milletinin çektiği acıların, milli mücadele döneminde sıktığı dişin gıcırdısıydı.

Dünya askeri tarihinde sadece bizde varolan, yokluğun, çaresizliğin icadı olan “kağnı komutanlığı”na vefa borcu hissediyordu.

Kadınlarımız tarafından yönetilen, öküzler tarafından çekilen o iki tekerlekli ilkel kağnılar, emperyalizmin çelik gücüne karşı, demiryoluna karşı, motorlu araçlara karşı kazanılan destansı zaferin sembolüydü.

Kağnı gibi karasaban’a da büyük saygı duyardı.

“Kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye mahkumdur” diyordu.

Bu düşüncelerle kağnı ve sabanı “ulusal amblem” yapmıştı.

1927 yılında tedavüle sürülen bir liralık banknotlara, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kağıt parasının üzerine “karasaban” koydurdu.

Çalışma odasının duvarına, çalışma masasının tam karşısına, ressam Namık İsmail bey’in “Harman Dövme Sahnesi” isimli tablosunu astı.

Kütüphanesinde fildişinden kağnı biblosu vardı.

1933’te, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl resmi geçit töreni yapıldı, askeri birliklerin, öğrencilerin, memurların yanında, kağnılarıyla köylüler vardı, tarihi korteje özellikle “kağnı” dahil edilmişti.)



Selahattin Reşit Alan, işte bu milli şuurla, Türk Hava Kurumu’na ait milli uçağımıza “kağnı” figürü çizmişti.



O kağnı sayesinde eğitim alabildiğini, o kağnı sayesinde teknoloji üretebildiğini, o kağnı sayesinde gelişmiş ülkeler seviyesine çıkabileceğimizi biliyordu.

Hangi zaferi kazanırsan kazan, “kılıçla fetih yapanların, sabanla fetih yapanlara yenilmeye mahkum” olduğunu biliyordu.

Kağnıyı uçağa, toprağı gökyüzüne yükseltirken, ithalat’ın değil, ancak ve ancak üretim’in kazanabileceğini sembolize ediyordu.



Toprağı gökyüzüyle birleştiren o kağnı... “İstikbal göklerdedir” diyen, çok çok kısa sürede tarımsal patlama yapan, dünyada kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biri haline gelen, yurtsever, vizyoner, liyakat sahibi nesillerin tertemiz duygularıydı.



E şimdi bakıyoruz...

Saman ithal ederken, habire makam uçağı alan bir saray zihniyeti var.

Türk Hava Kurumu’nu imha ederken, elalemden söndürme uçağı kiralayan tarım bakanı var.



Ekstra hazin tarafı... 10 yıl önceydi, asrın liderimiz habire yeni makam uçağı almaya başlamıştı, kendisini eleştirenlere şu cevabı veriyordu: Bana uçak alıyor diyorlar, bunlara iki koyun versen güdemezler, uçakla gitmeyeceğiz de neyle gideceğiz, kağnıyla mı?



İşte bu kağnıyla alay eden şatafat zihniyeti, hem dünyaya rol model olan Türk tarımını saman bile bulamaz hale getirdi, hem uçak fabrikası bile kuran Türk Hava Kurumu’nun pilotlarını bile işten attı.



İşte bu yüzden, her şerde hayır var misali, yüreğimizi dağlayan orman yangınlarına, eyyamcılıkla değil, dirayetle bakmalıyız.



Orman yangınları dahil, yaşadığımız her sorunun, önlenebilir her facianın, vasatlıktan, liyakatsizlikten, tarikat-cemaat-zırcahil atmosferinden kaynaklandığını, artık idrak etmeliyiz.

Orman yangınlarını ibret vesilesi olarak görüp, akla, bilime, milli şuura yönelmek için, Cumhuriyet’in kuruluş ayarlarına, kuruluş vizyonuna dönmek için, artık mutlaka kafa yormalıyız.