Hopa’nın zümrüt gibi Dereiçi köyünde dünyaya geldi.

Bembeyaz ekmeğini maden ocaklarının zifiri karanlık dehlizlerinden çıkaran bir babanın evladıydı.

İlkokulu köyde okudu, ortaokulu beldede, peki ya lise? O yoktu.

Artvin’e gitmesi lazımdı, ona da para yoktu.

Henüz 13 yaşındayken gurbete çıktı, tee Batman’a, amcasının yanına gitti, meslek lisesinde elektrik bölümünü okudu, üniversite sınavına girdi, Zonguldak Maden Teknik Okulu’nu kazandı.

Maden mühendisi olacaktı.

Ama ne mümkün, dört yıl nasıl kalacak oralarda, hangi parayla?

Hayalini kurduğu mühendislikten vazgeçmek zorunda kaldı.

Mecburen Rize’ye gitti, Öğretmen Okulu’na yazıldı.

Niye Rize derseniz... Kendisinden sonra dünyaya gelen ikiz kardeşleri Rize Ticaret Lisesi’ne gidecekti, babaları maden ocağından emekli olmuştu, ek gelir sağlamak için balıkçılığa başlamıştı ama, yetişemiyordu, ailenin en büyük oğlu olarak kardeşlerinin eğitim masraflarına omuz vermesi gerekiyordu.

Çaykur’a girdi.

Ev tuttu, kardeşlerini yanına aldı, bir yandan çalıştı, bir yandan okudu, bir yandan kardeşlerini okuttu.

Öğretmen oldu.

İlk görev yeri, Konya’nın Bozkır ilçesine bağlı bir köydü, patikadan başka yolu bile yoktu.

Severek, koşa koşa gitti.

12 Eylül 1980.

Darbe oldu.

“Solcu” dediler, tutukladılar, hapse tıktılar.

Yattı, çıktı, sürüldü.

Sivas’ın Suşehri ilçesine bağlı bir köye tayin edildi.

Bu solcunun burda ne işi var dediler, gene sürüldü.

Bu defa, Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı bir köye gönderildi.

Hakkında soruşturmalar açıldı, her defasında aklandı.

Davalar açıldı, hepsini kazandı, hepsinden haklı, hepsinden tertemiz çıktı.

Tek suçu, doğru bildiğini söylemekti, memleketin çıplak gerçeklerine karşı lafını esirgememekti.

Aşık oldu.

Evlendi.

Hayat arkadaşı da öğretmendi.

Oğlu doğdu.

Ulaş adını koydu.

Oğlunu okuttu, kendi boğazından kesti, İzmir’e Ege Üniversitesi’ne gönderdi.

Çalıştı, didindi, boğuştu, nihayetinde emekli oldu.

Taksitle anca iki göz oda, ev satın aldı.

Tapusunu eşinin üstüne yaptı.

Ömrü boyunca parasızlık çekmiş, parayla hiç işi olmamıştı.

Ödenmeyeceğini bile bile arkadaşlarına kefil olurdu, üstlenerek ödediği borçların haddi hesabı yoktu.

Hiç otomobili olmadı mesela.

Onun tek serveti, öğrencileriydi.

Bir de Tukaş...

Kurzhaar cinsiydi.

Dişiydi.

Sevimli mi sevimliydi, kahverengi burunluydu, beyaz kırçıllı, yelpaze gibi koca kulakları vardı.

Yavruyken getirmişlerdi.

Tukaş salça kolisinin içinde gelmişti.

Öğretmen, kolinin içinde görünce çok gülmüştü.

“E adıyla beraber gelmiş, Tukaş olsun adı” demişti.

Can yoldaşıydı.

Çünkü, öğretmen avcıydı.

Ama, avcılığı da tuhaftı.

Vurmuyor, kurtarıyordu.

Bir defasında yaralı geyik buldu, evine getirdi, tedavi etti, doğaya saldı.

Yaban hayatı koruma derneklerinden sayısız ödülü vardı.

Atmaca beslerdi, özenle büyütür, bakar, günü gelince özgürlüğe uçururdu.

“Hiçbir canlı tutsak olmamalı” derdi.

Çevreciydi.

Poz veren artistlerinden değil, aktivist çevreciydi.

Derelere santral kurulmasına karşıydı.

Kısaca HES adı verilen bu santralların, doğamızı betonlaştırmakla kalmayacağını, derelerimizi adeta tıpa gibi tıkadıklarını, görülmemiş yıkımlara yolaçacağını anlatırdı.

Yatağı zorla değiştirilen derelerin, doğanın intikamı olarak geri döneceğini anlatırdı.

Vatan topraklarının peşkeş çekilmesine itirazı vardı.

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın yalakalığı, ona göre değildi.

Tırsmaz, korkmaz, geri adım atmaz, yüreğini ortaya koyardı.

2011 yılı...

Tayyip Erdoğan, Hopa’ya geldi.

Seçim mitingi vardı.

HES’lerin yapılmasına itirazı olanlar seslerini duyurmak için Hopa meydanında buluştu, aralarında elbette öğretmen de vardı.

Basın açıklaması yapacaklardı.

Vay sen misin basın açıklaması yapan... Bastılar biber gazını!

Sağanak gibi biber gazı kapsülleri yağdı.

Meğer, Tayyip Erdoğan gelecek diye Hopa’da adeta sıkıyönetim ilan edilmişti, Erzurum’dan Erzincan’dan Kars’tan Rize’den bile çevik kuvvet getirilmişti.

Hedef gözeterek fırlattıkları için, vücuduna kapsül isabet edenler oldu, yaralananlar oldu.

Göz gözü görmüyordu.

O kadar çok biber gazı sıkıldı ki, ertesi gün Hopa kaymakamı “biber gazı stoklarının bittiğini” açıklayacaktı!

Nefes almak imkansızdı.

Öğretmen fenalaştı, “yeter artık yeter” diye haykırırken, yere yığıldı.

Apar topar ambulansa taşıdılar, ambulansa da biber gazı kapsülleri fırlatıldı, ambulans da gaz bulutunun içinde kaldı.

Hastaneye getirildiğinde maalesef çok geçti, kalbi durmuştu.

54 yaşındaydı.

Hiçbir sağlık sorunu yoktu.

Biber gazıyla öldürülmüştü.

Başladığı yerde bitirdi, dünyaya geldiği yerde, Hopa’nın Dereiçi köyünde toprağa verildi.

Tayyip Erdoğan “Hopa’ya eşkıya inmiş” dedi.

“Bir tanesi kalp krizi geçirerek ölmüş, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durma gereğini de duymuyorum” dedi.

Üzerinde durulmaması için ellerinden geleni yaptılar.

Türk Tabipleri Birliği’nin “ölümle biber gazı arasında ilişki var” şeklindeki raporuna rağmen, hadiseyi örtmeye çalıştılar.

Suç duyurularına rağmen, karartmaya çalıştılar.

Soruşturmayı tıkadılar.

Öğretmen gitti.

Tukaş hayata küstü.

Şalteri indirdi.

Kefen içindeki arkadaşı, evinin şuncacık mesafesinde defnedilirken, en öndeydi, sabaha kadar kabir başında nöbet tuttu, kokladı, inledi.

Ve, bir daha asla kabire gitmedi.

Yanından bile geçmedi.

Yemeyi içmeyi kesti.

Yedisinde mevlit okunana kadar, yuvasından çıkmadı, ağzına tek lokma sürmedi.

Kahkaha dolu gözlerinde, artık sadece hüzün hakimdi.

Bir süre sonra öğretmeni anmak için halk festivali yaptılar, sanki telefonla davet edilmiş gibi koştu, yürüyüşe katıldı iyi mi...

Öğretmenin oğlu okul için mecburen İzmir’e döndü.

Anne oğluna taşındı.

Baba ocağına incir ağacı dikildi.

Tukaş, öğretmenin kardeşinin, amcanın yanında kaldı.

Zorla ağzına lokma tıkıştırılıyordu ama, yemiyordu.

İğne ipliğe dönmüştü, iyiden iyiye zayıflamıştı.

Yalvarıp yakarıyorlar, hiç olmazsa birazcık değişiklik olsun, hayata bağlansın diye ava götürmek istiyorlardı ama, çok sevdiği halde, uzmanı olduğu halde gitmiyordu.

Mecali yoktu.

Bırak ava gitmeyi, gezintiye çıkmayı bile istemiyordu.

Taa ki o sabah... Amca ve dostları bagajı yüklerken, aniden fırladı yerinden, eski günlerdeki gibi, arka koltuğa atlayıverdi.

Şaştılar.

Sevindiler aynı zamanda, öptüler, sarıldılar.

Suratlarına bile bakmadı.

Yol boyunca sessizdi.

Pencereden dışarı dalgıııın dalgın bakıyordu.

Vardılar av yerine.

Az biraz iz takibi yapıldı.

Avucunun içi gibi bilirdi oraları, hemen buluverdi hedefini, arkasına dolandı, havlaya havlaya namluların ucuna sürdü, drannn!

Boynuz gibi azı dişlerine sahip, azılı tabir edilen, erkek yaban domuzu vurulmuştu.

Düşmedi.

Bilenler bilir, hemen ölmez, yaralıyken en tehlikeli halidir.

Bunun böyle olduğunu en iyi bilenlerden biri de, Tukaş’tı.

Senelerin tecrübesiydi.

Normalde asla yaklaşmaz, etrafında dans eder gibi döner dolanır, adeta öfkeden çıldırtır, bitirici vuruş gelene kadar dikkatini dağıtırdı.

Maalesef, öyle yapmadı!

Direksiyonu tam gaz uçuruma sürer gibi, üstüne yürüdü, karşısına dikildi, dişlerini kılıç misali sallayan domuzun burnunun dibinde, heykel gibi çakıldı, bekledi.

N’apıyorsun diye çığlık attılar, nafile, kılını bile kıpırdatmadı.

Kararını çoktan vermişti.

Bile bile biçtirdi kendini.

Hasretten ölemeyince, kahrına bu yolla son vermişti, can yoldaşının yanına gitmeyi tercih etmişti.

Tukaş kadar insan olmayı başarabilsek, yeterdi.

Hani, habire haber yaparlar ya... Karadeniz’de aşırı yağış olmuş da, doğal afet olmuş da, HES’ler yüzünden yatağı değiştirilen dereler taşmış, ilçeler şehirler su altında kalmış filan.

Yalan.

Yalan.

Yalan.

Öğretmenin uyarılarına kulak tıkayanları, ibret almayanları, eminim seyrediyordur yukardan... Tukaş’ın gözyaşlarıdır aslında o yağan!



Ve, akıp geçti zaman...

10 yıl geçti aradan.

10 uzuuun yıl.

Unutulur dediler, nasıl olsa unutulur.

Üstünü örtmeye çalıştılar, dosyayı kapatmaya çalıştılar.

Başaramadılar...

Unutulmadı.

Eşi, kardeşleri unutmadı.

Oğlu unutmadı.

Doğaseverler, yurtseverler unutmadı.

Unutmadık, asla.



Israrla takip edildi, yapanların yanına kalmasın diye, ısrarla çabalandı... Nasıl olsa unutulur dedikleri öğretmen Metin Lokumcu davası, açılmasın diye her türlü engellemenin yapıldığı öğretmen Metin Lokumcu davası, 10 yıl sonra nihayet bugün başlıyor.



Normalde davanın Hopa’da görülmesi gerekiyordu.

Ama, güvenlik gerekçesi filan diye uydurdular, Trabzon’a aldılar.

Akıllarınca aileyi süründürmeye çalışıyorlar.

Hopa halkının duruşmaya katılımını engellemeye çalışıyorlar.



Dönemin Artvin emniyet müdürüyle Hopa emniyet müdürünün de aralarında bulunduğu 13 sanık yargılanacak.

Lokumcu Ailesi’nin temel amacı bu sanıkların illa cezalandırılması falan değil, hakettikleri cezalar verilse bile kimsenin kalbi soğumayacak, Metin öğretmeni geri getirmeyecek.

Bu sanıkların maşa olduğunu, emri verenin aslında kim olduğunu herkes biliyor!

Lokumcu Ailesi’nin hukuk mücadelesinin temel amacı, Akp hükümeti tarafından her fırsatta acımasızca kullanılan biber gazının kimyasal silah olduğunu, insanları öldürdüğünü kanıtlamak.

Tıpkı öğretmen gibi, hepimizi öldürebileceğini kanıtlamak.

Ailenin elinde bununla ilgili bilimsel kanıt var, Türk Tabipleri Birliği tarafından hazırlanan resmi rapor var.



Bu dava, sadece öğretmen Metin Lokumcu’nun davası değil.

Bu dava, sadece insan hayatının davası değil.

Bu dava, gözü dönmüş para hırsıyla kurutulan derelerimizin, doymak bilmeyen yağmayla zehirlenen topraklarımızın, vicdansız talanla katledilen ormanlarımızın, ekolojik dengeyi bozan zihniyet tarafından yokedilen kırlangıçlarımızın tavşanlarımızın sincaplarımızın kaplumbağalarımızın davası.



Metin öğretmen bedenen öldürüldü.

Metin öğretmen hukuken de öldürülürse, Türkiye’nin doğası da ölür.



Dedim ya...

Tukaş kadar insan olsak yeter.

“İnsan” olan herkesi, bu davayı yakından takip etmeye, peşini bırakmamaya, çevresine duyurmaya davet ediyorum.