Yedikçe acıktıran dünyadaki tek ekmek, bizim beyaz ekmektir.



Çünkü...



Mis gibi ekmeklerimiz vardı bizim, tahıllı, çavdar, yulaf, esmerdi.

Halis muhlis Anadolu ekmekleriydi.

Maya hazır alınmazdı, ekşi maya evde üretilirdi, organikti, doğaldı.

Taa ki 1948 yılına kadar, böyleydi.

İkinci Dünya Savaşı sona erdi, ABD kesenin ağzını açtı, ekonomisi yıkıma uğrayan ülkeleri Sovyetlere kaptırmamak için Marshall planını devreye soktu, Türkiye dahil 16 Avrupa ülkesine hibe şeklinde yardımlar göndermeye başladı.

Aslına bakarsanız, Avrupa milletlerini dolarla satın alıyordu...

Açları doyuruyor, avantaya alıştırıyor, dolayısıyla tembelliği teşvik ediyor, yerli üretimleri takozluyor, kendine bağımlı hale getiriyor, üstüne sempatik görünüyordu. Sayın ahalimiz beleş yardımlardan pek mutluydu, “Allah Amerika’ya zeval vermesin” diye dua ediyordu.

Marshall planının sloganı “refaha birlikte ulaşırız”dı.

Sayın ahalimiz, çalışmadan, üretmeden, hampadan yardım alarak refaha ulaşabileceğini düşünüyordu!

Dolar verdiler.

Süttozu verdiler.

Bisküvi verdiler.

Margarin verdiler.

Pirinç verdiler.

Hepsinden önemlisi, endüstriyel beyaz un verdiler.

“Beyaz ekmek yapın” dediler.

Fırın makineleri hibe ettiler.

Sayın medyamız o zamanlar da bugünkü gibi dalkavuktu, beyaz ekmek bu gariban topluma “kalite” göstergesi olarak sunuldu, zenginlik göstergesi, refah göstergesi olarak sunuldu, kıçında don olmayanlar bile beyaz ekmek yiyerek kendisini “sosyete”den hissediyordu.



Arkasına ABD’yi alan Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerindeki kampanya vaadi, beyaz ekmekti.

“Biz iktidara gelince, beyaz ekmek yiyemeyen kalmayacak, memleketimizin her köşesi beyaz ekmeğe kavuşacak” deniyordu.

Hani bugün “Hans’ın var, Helga’nın var da, benim Ayşemin Fatmamın Ahmetimin neden olmasın” filan deniyor ya... O günlerde de “Hans yiyor, Helga yiyor da, benim Ayşem Fatmam neden beyaz ekmek yemesin” deniyordu.

Ayşemiz Fatmamız Ahmetimiz de “Allah razı olsun, dinini bilen çocuklar iktidara gelsin de beyaz ekmek yiyelim” diyordu.

Beyaz ekmek üzerinden öylesine bir siyasi rüzgar estiriliyordu ki, dönemin en büyük gazetesi Hürriyet’in sahibi ve başyazarı Sedat Simavi mesela, kelimesine kelimesine şunları yazıyordu...



“Avrupa’ya gittikçe, Harp’ten perişan çıkmış olan İtalya’da Fransa’da ekmekçi dükkanlarının önünde durur, bembeyaz francalalara bakarak imrenirdim.

Yarabbi derdim, biz bu harbe girmedik, kanımız dökülmedi, nasıl oluyor da hâlâ simsiyah ekmek yiyoruz?

Nihayet, Ankara mahreçli bir havadis, bizde de artık francala yapılabileceğini müjdeledi.

Bu havadise ben, bilhassa hastalarımız ve memleketimize gelecek yabancılar için sevindim. Artık fakir hastalarımız, beyaz ekmeği karaborsadan güçlükle tedarik etmek zorunda kalmayacaklar, yurdumuza gelen yabancıların önüne simsiyah ekmek sürdüğümüz günlerdeki gibi yüzümüz kızarmayacak.

Beyaz ekmek deyip geçmeyiniz.

Çünkü biz, dünya yüzünde siyah ekmek yiyen tek millettik.

Şimdi çok şükür bu vasfımız da kalktı.

Kabul etmeli ki, bu muvaffakiyeti, iktidar partisine medyunuz.

Ben kendi hesabıma, hemen kararını verip tatbik eden Adnan Menderes hükümetini ayanı tebrik görüyorum.

Şahsen, harpler içinde yoğrulmuş, kara ekmeklerle beslenmiş bir neslim çocuğuyum. Evvelki güne kadar kara ekmek yiyordum.

Biz bir ziraat memleketiyiz.

Beyaz ekmek asıl bize yakışır.”



Sayın basınımız işte bunları yazıyordu.

Topluma, siyah ekmekten utanması gerektiği söyleniyordu.

Beyaz ekmeğin fakir hastaları bile iyileştirdiği söyleniyordu!

Bu mucizevi beyaz ekmeği memleketimize getirenlere teşekkür etmemiz gerektiği söyleniyordu.



E, sayın halkımız da öyle yaptı.

Memlekete beyaz ekmek getirenlere oy yağdırdı.

Halbuki... Koftu, vitamin yoktu, mineral yoktu, bünyeyi bozuyordu, hastalıklara yolaçıyordu ama, sayın ahalimizin bundan haberi yoktu.

Hatta, daha da beyaz görünsün diye, daha lezzetli, daha kıvamlı olsun diye 10’dan fazla kimyasal ilave ediliyordu ama, sayın ahalimizin umurunda bile değildi, beyazsa, iyiydi, en beyaz, en iyiydi.



Türk halkı, uyuşturucu bağımlısı gibi, beyaz ekmek bağımlısı yapıldı.



Beyaz ekmek yedikçe, acıktı.

Acıktıkça, beyaz ekmek yedi.

“Ekmeksiz doymuyorum” haline getirildi.

Aslında yediği beyaz ekmek yüzünden doymadığını kavrayamadı.

Tıka basa doydum dedikten yarım saat sonra midesinin niye kazındığını anlayamadı, şeker, astım, alerji, yedikçe sağlığı bozuldu.



Yıllar akıp geçti, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda, Avusturya, Belçika, İsviçre, Danimarka, İsveç, Norveç, İzlanda, İrlanda, Portekiz, Yunanistan... Marshall kapsamına alınan diğer 15 ülke, endüstriyel beyaz un’dan, beyaz ekmekten kurtuldu.

Türk halkı, doğru bildiği yanlışın esiri oldu.

Saplandıkça saplandı.



Netice?

Dünyada en fazla ekmek tüketen ülkeyiz.

Dünya ortalamasının beş katı ekmek tüketiyoruz.

Avrupa ortalamasının dört katı ekmek tüketiyoruz.

Çünkü doyurmuyor, yedikçe yiyoruz, yedikçe acıkıyoruz.

Aynı zamanda, dünyada çöpe en fazla ekmek atan ülkeyiz...

Çünkü, beyaz ekmeğimiz dünyanın en çabuk bozulan ekmeği!



Ve aynı zamanda, dünyanın en fazla buğday ithal eden ülkesiyiz.

Tarihimizde ilk defa, ürettiğimizden daha fazla buğday ithal ediyoruz.

1.5 milyar nüfuslu Çin’den bile daha fazla buğday ithalatı yapıyoruz.

Dolar artıyor, kaçınılmaz olarak, ekmek fiyatını zamlıyoruz.



Yoksullaştıkça ekmeğe abanıyoruz.

Ekmeğe abandıkça yoksullaşıyoruz.



Toplumu bu konuda uyarmaya çalışanlar, beyaz ekmek yemeyin diyenler, yoksulun halinden anlamıyorsun diye hakarete uğruyor, naapalım bütçemiz elvermiyor diye tersleniyor.

Fiyatı çok daha pahalı olan kara ekmeğin, aslında hem bütçe, hem sağlık açısından çok daha ucuza geldiğini anlatamıyoruz.



İşte bu yüzden maalesef, oturuyoruz kahrolarak, şu an benim oturduğum gibi kaldırımın kenarına... Her yıl biraz daha, biraz daha uzayan ucuz ekmek kuyruklarını çaresizlikle seyrediyoruz.