Çankaya Köşkü...

İki katlıydı, dört oda iki salondu, bodrumu vardı.

Köşk lafı sonradan çıktı, bildiğin bağ eviydi.

Kaba yontu, taşla inşa edilmişti, döşemeleri ve çatısı ahşaptı, kiremitliydi, pencereleri ahşap kepenkliydi.

Giriş katının ortasında fıskiyeli süs havuzu vardı, bahçesi kavak ve meyve ağaçlarıyla kaplıydı.

Ankara müftüsü Börekçizade Rıfat tarafından ahaliden bağış toplanarak satın alındı, armağan edildi, Mustafa Kemal kendi adına kabul etmedi, tapusunu Türk Ordusu adına kaydettirdi.

Yol yoktu, atla gidiliyordu, sonradan bir tarla yolu açıldı.

Satın alındığında elektrik yoktu, gaz lambasıyla aydınlatılıyordu, lokomobil denilen ilkel bir jeneratör bağlandı, elektrikli sobayla ısınıyordu.

Gösterişten uzaktı, yalındı.

Ama “manevi mücevher kutusu”ydu.

Çalışma odasının duvarında Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’nin karakalem portresi asılıydı.

Kütüphanesinde Timur’un 530 yıllık Kuran-ı Kerim’i vardı, İran’ın hediyesiydi.

Masasında aksesuar olarak, altın işlemeli kama duruyordu.

Yerde, devasa boyutlarda bembeyaz bir ayı postu bulunuyordu, Rus büyükelçisi getirmişti.

Çalışma odasında Hereke halı seriliydi, lacivertti, kenarları badem çiçekliydi. Çalışma masasının telefonu beyazdı, seramikti. Koltuğu siyah marokendi. Yazı takımı tunçtu. Bir sehpada Wagner’in tunçtan heykeli, bir başka sehpada Shakespeare’in tunçtan heykeli bulunuyordu.

Karasaban’a büyük saygı duyardı. “Kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye mahkumdur” diyordu. Çalışma masasının tam karşısına, ressam Namık İsmail bey’in “Harman Dövme Sahnesi” isimli tablosunu asmıştı.

Kağnı’ya daha büyük saygı duyardı, Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olarak görürdü. O gıcırdayan kağnılar, Türk milletinin çektiği acıların, sıktığı dişin gıcırtısıydı. Fildişinden kağnı
biblosu vardı.

Yemek salonundaki masa, maun cilalıydı, açılır kapanır üç parçaydı, 10 kişilikti. Sandalyeleri kırmızı kumaş kaplıydı. Çatal bıçak takımı sarı yaldızlı, gümüştü. Peçeteler G.M.K. armalıydı. Altışar mumlu gümüş şamdanlar vardı. Büfe, masa gibi maun cilalıydı. Büfenin üzerinde, mayın şeklinde masa saati vardı, büyük boy deniz kabukları süs eşyası olarak sergileniyordu. Perdeler bej rengiydi. Yemek salonunun halısı da Hereke’ydi, krem zemin üzerine pembe çiçekliydi. Gramofon vardı, müziksiz oturmazdı. İçki servisi için kullanılan servis arabası üç tekerlekliydi, top arabası şeklindeydi.

Yatak odası duvardan duvara keçe kaplıydı, yerden ısıtma sistemi gibi sıcacık tutuyordu, üzerinde kırmızı zeminli, çiçekli Hereke seriliydi. Sekiz kollu, sekiz ampullü avizeyle aydınlanıyordu. Karyolası, sarı cilalıydı, ahşaptı. Şezlongu vardı. Gün içinde yorgunluk hissederse, yatağa veya kanepeye uzanmaz, şezlongunu kullanırdı, krem kadife kaplıydı. Perdeleri de aynı renk kadifeydi.

Elbise dolabı iki kanatlıydı. Kravat, şapka, eldiven, kemer gibi aksesuarları burada dururdu. Ayrıca, giyinme odası vardı. Kıyafetleri ve boy aynası oradaki dolaptaydı.

Kenarları çiçekli, devetüyü renginde seccadesi vardı.

Çankaya Köşkü’ndeki tek kasa, Mustafa Kemal’in yatak odasındaydı. Madalyalarını, kendisine hediye edilen altın kalem, altın saat, incili kol düğmesi, pırlantalı kravat iğnesi gibi eşyaları bu kasada tutuyordu. Mücevherli, abartılı eşyaları özel hayatında asla kullanmazdı. Nezaketen kabul eder, milletin emaneti olarak saklardı.

5 kuruş’u da saklamıştı...

Cumhuriyet’in ilk madeni parasıydı, 1924’te tedavüle çıkarılmıştı.

İstiklal Madalyası’nın tasarımcısı heykeltıraş Mesrur İzzet bey tarafından modellenen bu 5 kuruş, Osmanlıca harflerle basılmıştı. Bir yüzünde paranın değeri, öbür yüzünde Türkiye Cumhuriyeti yazıyordu. Kenarlarında sembol olarak, tarımsal kalkınmaya atıfta bulunulmuş, başak kullanılmıştı.

Mustafa Kemal, hatırası paha biçilmez olan Cumhuriyet’in bu ilk madeni parasını “mücevher” gibi kasasına koymuştu.

Çifte tabanca taşırdı.

Smith Wesson ve Colt’u vardı.

Özellikle seyahatlerinde sürekli belindeydi.

Milli mücadele sırasında uyurken bile yastığının altındaydı.

Gençliğinden beri mecburen yaşam biçimi haline gelen bu tabancalarını, cumhurbaşkanı olduktan sonra da taşımaya
devam etti.

Sıcak yaz gecelerindeki yemeklerde veya davetlerde resmi kıyafet giydiğinde, geçici olarak yaverine verirdi, yemek veya davet bitiminde hemen geri alırdı.

Keskin nişancıydı... Bir gece sofradayken tabancalar üzerine sohbet ediyorlardı, içişleri bakanı Şükrü Kaya ampullere zor nişan alındığını söyledi, ışık gözü yanıltıyor dedi. İş iddiaya bindi. Mustafa Kemal Smith Wesson’ı belinden çıkardı, oturduğu yerden iki el ateş etti, avizedeki iki ampulü patlattı, keyifle gülümsedi. Tavanı delip geçen mermiler, üst katta, yatak odasındaki gardırobuna saplanmıştı.

Poker salonu vardı, duvardan duvara keçe kaplıydı. Oyun masası yuvarlaktı, dört kişilikti, üstü mermerdi. Uygun bir gün anlatırım, pokeri diplomasi aracı olarak kullanırdı, ABD elçisi başta olmak üzere, yabancı konuklarını poker masasında tartardı. Sedef işlemeli tavlası vardı. Bilardo masası vardı, maundu, cepsizdi, üç top oynanıyordu. Toplar fildişiydi, istekalar sedef kakmalıydı. Akşam yemeğinden önce misafirleriyle oynardı, tek başına bilardo oynuyorsa, düşünüyor demekti, arada ıstekayı bırakır, notlar alırdı. Oyun salonunun tavanında 21 ampullü billur avize asılıydı.

Banyosunda kübik şekilli küçük Hereke seriliydi. Küvetin yanısıra tıraş koltuğu vardı, muşamba kaplıydı. Portatif bide vardı, seyahatlere giderken götürüyordu. Kilo ve boy ölçen tartı aleti vardı. Üç raflı, kapaklı ecza dolabı vardı. Duvar aynası küçük ve ovaldi. Boy aynası kapıya vidalanmıştı. Sehpada, bronz, çıplak kadın heykeli duruyordu. Edirne sabunu kullanıyordu. Hamuruna amber, gül, misk kokusu karıştırılan, meyve şekli verilen geleneksel hoş kokulu Edirne sabunu, o dönemde İstanbul’da çok popülerdi, Çankaya’ya da getirtiliyordu.

Nasıl büyük tehditler altında yaşadığını göstermesi açısından çok çarpıcıdır... Mecbur kalırsa yatak odasından banyosuna geçerek kendisini savunmaya devam edebilsin diye, tıraş sabununun muhafazası içinde yedek mermiler bulundurulurdu.

Üst katta, odaların açıldığı koridorda Hereke kilim seriliydi.

Üst kata çıkan merdivenler Hereke yolluk kaplıydı.

Diplomat gibi, gazeteci gibi yabancı konuklarını ağırladığı misafir odası, büyüleyiciydi. Duvarlarında eşsiz tablolar sergileniyordu.

“Fırtınalı deniz” tablosu, eserlerinin çoğu Versay Sarayı’nda bulunan Fransız ressam Henri Durand Brager imzalıydı.

“Kırlarda dolaşan kızlar” ve “çıplak ayaklı kız” tabloları, Avusturyalı ressam Leopold Müller imzalıydı.

“Fesli süvari” tablosu, eserlerinin çoğu Rockefeller Ailesi’nde bulunan Alman ressam Adolf Schreyer imzalıydı.

Fransız ressam Ferdinand Humbert’e ait olan “Tarık bin Ziyad’ı at üstünde gösteren” tablo, gerçekten etkileyiciydi.

Fransız ressam Eduard Becher imzalı “bedevi” tablosu vardı.

Ve, elbette Ayvazovski... Fırtınaya tutulmuş yelkenli, mehtap, balıkçılar, Rus ressamın üç tablosu bulunuyordu.

Misafir odasında kuyruklu piyano vardı. Halısı, krem zemin üzerine köşeleri çiçekli Hereke’ydi. Yüzeyi cam kaplı, sekiz kişilik oval masa vardı. Koltuklar ve sandalyeler, dal desenli kumaş kaplıydı. Perdeler koltuklarla aynı desendi. Cam kapaklı vitrin vardı.

Tabloların yanısıra, kılıç koleksiyonu vardı. Yabancı konukların adeta bacaklarını titretiyordu. Kını deriden, mine taşlı pala vardı. Altın kabzalı, pırlanta işlemeli Rus kılıcı vardı. Altın kakmalı kama vardı, Azerbaycan hediyesiydi. Kabzası fildişi hançer vardı. Kabzası pırlantalı İran kılıcı vardı. Kabzası ay-yıldızlı, pırlanta işlemeli kılıç vardı. Ahşap kın içinde Japon kılıcı vardı. Libyalı mücahit şeyh Sünusi’nin mücevherli kılıcı vardı. 1241 tarihli pala vardı. En önemlisi... Kanuni Sultan Süleyman’a ait pala vardı. İstiklal Savaşı’nda kullanılmış, kılıflı süngü vardı. Taş balta vardı. Filinta tabir edilen çakmaklı tüfek vardı.

Terastaki masa ve koltuklar hasırdı. En büyük keyiflerinden biri terasta oturup, ağaçların hışırtısını dinlemekti.

Terasa her çıktığında kayısı ağacını kontrol ederdi. Çünkü... Bahçenin girişindeki kayısı ağacı, otomobillerin giriş çıkışını engelliyordu, yaverler kesmeyi düşünüyordu, Mustafa Kemal bunu öğrendiğinde “yaprağını bile koparırsanız tahammül edemem, can yakarım, ona göre” diye haşlamıştı. Her ihtimale karşılık, benden gizli dalını bile kesmesinler diye, terasa her çıktığında ağacı kontrol ederdi.

L şeklinde kütüphanesi vardı.

İstanbul’dan Ankara’ya her dönüşünde kitap taşırdı.

Kitaplarını kendi cebinden satın alırdı.

Kütüphanede pusula vardı, pertavsız tabir edilen yuvarlak büyüteç vardı, ahşap kaide üzerinde dünya küresi vardı, harita sehpası vardı. Kül renginde Isparta halısı seriliydi, onun üzerinde, sarılı kahverengili Hereke yolluk vardı. On kişilik toplantı masası vardı. Ayrıca, altı çekmeceli yazı masası vardı. Koltuklar siyah deriydi. Tavana kadar kitap olduğu için, seyyar ahşap merdiven vardı. En dikkat çekici süs eşyalarından biri, sedef kakmalı kutucuktu, yanlarında Hacivat Karagöz resmi bulunuyordu, vitrinde duruyordu. Perdeler kül rengi kadifeydi. Duvar saati aslan figürlüydü. Sekiz ampullü avizeyle aydınlatılıyordu. Masalarda abajur vardı. Hüseyin Avni Lifij imzalı “çıplak kadın” tablosu vardı. Sadece fikri manada değil, yaşam tarzında da Tevfik Fikret’ten etkilenmişti, giyim kuşamını örnek alırdı, Tevfik Fikret’in kullandığı eşyaları incelerdi, Aşiyan’da gördüğü bir çalışma masasını Çankaya’daki kütüphanesi için yaptırmıştı.

Okuduğu ve kenarına not aldığı kitapların listesini yazmaya kalksak, gazeteye sığmaz... Sözlüklere büyük önem verirdi. Türkoloji’nin öncüsü sayılan Vasili Radloff’un dört ciltlik Türk Lehçeleri Sözlüğü’nü masasından ayırmazdı. Karloviç Pekarskiy’nin Yakut Sözlüğü’ne sık sık başvururdu. Hint-Avrupa, Yunan, Latin, Fransız, Alman dili etimoloji sözlükleri kütüphanesinin başköşesindeydi.

Akkadça, İbranice, Süryanice, Arapça, Farsça, Sanskritçe, Çince, Japonca, Fince, Macarca, eski Mısır dili sözlükleri vardı.

Friedrich Delitzsch’in Sümerce sözlüğüne bakardı.

Müzikseverdi.

Barok müziğe meraklıydı.

Enstrümanların tarihsel gelişimini araştırırdı.

Rahmetli olduğunda sayım yapıldı, Çankaya Köşkü’nde 464 adet plak vardı.

Beethoven’ın eserlerini seslendiren Viyana Filarmoni Orkestrası’nın, Philadelphia Filarmoni Orkestrası’nın albümlerini satın almıştı.

Caz dinliyordu.

Müzik arşivinde, Paul Whiteman’dan Last Night, Jan Garber’den Sweet Georgia Brown, Jack Hylton’dan Nothing Else To Do, Harry Roy’dan Cheek to Cheek parçaları vardı.

Rebetiko dinliyordu. Roza Eskenazi’den Murmuraki’yi çok severdi.

Tango, vals, foxtrot plakları vardı.

En geniş liste, elbette Türk müziğine aitti. Hafız Kemal beyin gazelini, hafız Osman efendinin klarnet taksimini, udi Nevres beyin, tamburi Cemil beyin, kanuni Hüseyin Sadettin beyin taksimlerini dinlemeye doyamazdı. Deniz kızı Eftalya’nın 20’ye yakın plağı vardı. Münir Nurettin’in, Hikmet Rıza hanımın, Belkıs hanımın, Afitap hanımın plakları vardı.

Favori sporu güreşti, hem güreşmeyi, hem seyretmeyi severdi, Çankaya’da beyaz çadır bezinden güreş minderi vardı.

Formunu korumak için kullandığı kürek çekme aleti vardı.

Atlara tutku derecesinde bağlıydı, çok iyi biniciydi, altı kısrağı vardı, manevi kızlarıyla birlikte at biner, uzun kır gezilerine çıkardı.

Çankaya’da en sevdiği personel, Nesip efendi’ydi. Yeri apayrıydı. Sudan kökenliydi, siyahiydi. 60’lı yaşlarındaydı. Abdülhamit döneminde saraya seyis olarak alınmıştı. Meclis-i Mebusan’da müstahdemlik yapmıştı. TBMM kurulurken Meclis-i Mebusan’dan Ankara’ya gelen milletvekilleri tavsiye etti, Çankaya Köşkü’nde kapıcı yapıldı. Kırık dökük Türkçesiyle müthiş sempatikti. Kimse hakkında dedikodu yapmayan, işini ciddiyetle yapan, ser verip sır vermeyen, para pul konusunda güvenilir, namuslu adamdı. Kısa süre sonra Mustafa Kemal’in en sevdiği personel oldu. Eve alındı. Kimseden izin istemeden Mustafa Kemal’in yatak odasına sadece o girebiliyordu; iç çamaşırları dahil, tüm çekmecelerini o düzenliyordu, giyeceği kıyafetleri o hazırlıyordu, seyahatlerde bavullarını o hazırlıyordu. Manevi kızları ona emanetti, kızlar şehre gezmeye çıkacaksa, Nesip efendiyle birlikte giderlerdi. Nesip efendi akşamcıydı. Köşkte çalışanlar arasında sadece onun rakı içme özgürlüğü vardı. Hava kararınca mutfaktan ufak tefek mezeler ayarlar, bahçedeki bekçi kulübesinde tek başına demlenirdi. Mustafa Kemal bildiği halde görmezden geldiği için, yaverler bile ses çıkaramazdı. Bir gece, fazla kaçırdı, sızdı, kül tablasındaki sigarası yere düştü, kulübe alev aldı. Köşkü korumakla görevli askerler kovalarla yetişip güç bela söndürdüğünde, diri diri yanmaktan kılpayı kurtulan Nesip efendi hâlâ uyuyordu! Başyaver Rüsuhi bey dayanamadı, “defolsun gözüm görmesin, bunadı artık, az daha köşkü yakacaktı” diyerek, Nesip efendiyi kovdu. Ertesi gün yok, ertesi gün gene yok. Mustafa Kemal merak edip sordu, nerede bizim Nesip efendi? Anlattılar. Fena öfkelendi. “Adamı kovarken hiç düşünmediniz mi, nereye gider bu yaşta, bakacak ne evladı var, ne kimsesi var, nerede yatıp kalkar, çabuk bulup getirin onu buraya” diye bağırdı. “Köşkü yakacaktı” filan diye hâlâ kem küm ediyorlardı... Daha fena öfkelendi. “Yanmadık ya birader, yandığımızda düşünürüz!” dedi. Nesip efendi bulundu, getirildi, hiç istifini bozmadı, akşamcılığına aynen devam etti. Başka kriz yaşanmasın diye, arada gelip kontrol ediyorlardı. Bayramlarda köşkteki tüm görevliler sırayla Mustafa Kemal’in elini öperken, Nesip efendiye elini öptürmez, sarılır yanaklarından öperdi. Sadece yaşına değil, kimseye metelik vermeyen kişiliğine de hürmet ederdi.

Mustafa Kemal asla yemek seçmezdi. Kuru fasulye severdi, bamya severdi, karnıyarık severdi, pilava karıştırarak yerdi, ama özel istekte bulunmazdı, ne pişirilirse onu yerdi. Çankaya mutfağında etli yemek ender pişerdi. Biftekmiş, pirzolaymış filan, bu konuda yazılmış tek satır hatıra bile yok, Çankaya sofrası israftan, debdebeden çok uzaktı.

Rakı içerdi. Sanki elinden kadehi düşürmüyormuş gibi anlatırlar ama, Mustafa Kemal’in elinde rakı kadehiyle çekilmiş fotoğrafı bile yoktur. “Leylekboynu” tabir edilen kadehle içerdi, çay bardağından biraz büyüktü, bugünkü rakı kadehlerinin yarısı ebatındaydı, dip kısmı ağız kısmına oranla daha dar kadehlerdi. Hepsi G.M.K. armalıydı, ağzı yaldızlıydı. Fevzi Çakmak gibi beş vakit namaz kılan konukları geldiğinde, hem içmezdi, hem de sofraya içki servisi yaptırmazdı. Nadiren viski içerdi. Tatlı içkileri, kokteylleri pek sevmezdi. Şarap ve şampanyayı resmi ağırlamalarda tercih ederdi, sadece yabancı konuklara ikram edildiğinde masaya gelirdi. Sıcak yaz akşamlarında bazen canı bira çekerdi. Bodrum katında kav vardı. Terekesindeki döküme göre, Mustafa Kemal vefat ettiğinde şunlar kalmıştı... Ev yapımı erik rakısı, Chateau Margaux, Medoc, Grand Pommard, Chateau Guiraud, Chambertin Grand, Gonzallez Byass, Chablis Premier, Royal Claret, şampanya Saint Reims, şampanya Continental, acıbadem likörü Anisado Refinado, vişne likörü Nuyens, viski Black and White, brandy Insuperable, cin Nuyens, konyak Lebron, rom Martinique, vermut Cinzano.

Çankaya’da sıkılırdı...

Halktan yalıtılmış şekilde yaşamaktan hiç hoşlanmıyordu, zamanla duyarsızlaşmaktan korkuyordu.

Bu endişesini misafirlerine anlatırken, Harbiye yıllarından örnek verirdi: “Harbiye’de öğrenciyken okulun sobaları yanmazdı, bütün kış titreşir dururduk, sonunda bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için temsilci seçtiler, izin aldık, müdürün huzuruna çıktık, Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamıydı, önce padişaha sonra müdüre dualarımızı sunduk, sonunda amaca geldik, işi anlatmak istedik, müdür daha ilk cümlede kükredi, ‘ne soğuğu be nankörler, padişahımızın nimeti gözünüze dursun, görmüyor musunuz sobalar gürül gürül
yanıyor, defolun’ diye bağırdı, hakikaten müdürün odasındaki sobalar gürül gürül yanıyordu, buram buram terliyordu, bütün okulun sobaları böyle yanıyor zannediyordu. Sanırım biz de bu Çankaya Köşkü’nde bazen Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi aldatıyoruz!”



Asrın liderimizin yazlık sarayının fotoğrafları ortaya çıkınca, Çankaya Köşkü’nü yazayım bari dedim.



Doğayla içiçe, gösterişten uzak “manevi mücevher kutusu”ndan, 1.150 küsur odalı ruhsuz beton yığınlarına, 300 odalı sakillik abidelerine nasıl savrulduğumuzu görün istedim.



Kurucu vizyonun felsefi derinliğinden, kültür sanat zevkinden, tarih şuurundan, entelektüel tevazusundan, yaşam gustosundan, estetik zarafetinden, bugünkü yakışıksızlığa, çirkinliğe, ürkütücü hoyratlığa, görgüsüzlük şatafatına nasıl savrulduğumuzu görün istedim.



Ve aynı zamanda... Halktan yalıtılmış şekilde, saray duvarlarının ardında sıkışanların, Zülüflü İsmail paşa gibi kendi kendilerini nasıl kandırdıklarını görsünler istedim!