Biri sizi güldürse...

Üstelik, öyle kuru kuru da değil. İçi dolu... Neye güldüğünüzü bilerek. Katıla katıla gülerken mesela, süzülmeye başlasa yaşlar gözlerinizden. İnsan olduğunuzu, insanca umutları her an yeşertebileceğinizi düşünseniz.

Karlı bir havada kuşlara yiyecek vermiş gibi, cılız köpeğe cebinizdeki son kuruşlarla iki parça etli kemik almış gibi ya da hep pencerede gördüğünüz tek başına yaşayan teyzeye, bir ihtiyacınız var mı diye sormuş gibi, kısacası güzel bi şey yapmış gibi hissettirse.

Şükür, öyle birileri hayatımızda hep vardı. Kimi aramızdan ayrıldı. Eserleriyle kahkahalarıyla hala bizlerle. Kalanlar, azıcık dünyamızda.

Ne yazık ki üzüyoruz onları. Pamuklara sarıp, gözlerinin içine bakacağımız yerde çok üzüyoruz.

Oysa onlar en kederli zamanlarımızda bizim için didindiler. Sansürlere takıldılar, sorgu odalarında gecelediler, kodeslere tıkıldılar, suçlandılar, güldürüp düşündürdüler diye hapislerde yatırıldılar. İşsiz kalıp, meteliğe kurşun attılar. Bazıları hayatımıza azcık renk katmak için emniyetten mor konsomatris belgesi bile kaldı...

Yatıp çıktılar, batıp çıktılar, her defasında bir şey olmamış gibi yine ürettiler. Güneş gibi bulutların arasından sıyrılıp ısıttılar yüreklerimizi. Unuttuğumuz anlarda insanlığımızı hatırlattılar. Beyinlerimize kazınan sahnelerde öyle bir kucaklaştılar ki, bizi de aralarına aldılar.

Çoğumuz bu şefkati babamızdan bile görmedik.

Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’den söz ediyorum.

Savcı bey, 4 yıl 8’er ay hapse atılmalarını istedi.

Nedendir bilinmez, aklıma hemen büyük ustanın müthiş oynadığı, ölümsüz romancımız Orhan Kemal’in eseri Bekçi’si geldi. Özellikle de, Müjdat Gezen yani Bekçi Murtaza’nın sık sık tekrarladığı sözleri:

Almışım amirlerimden terbiye, görmüşüm kurs. Görseydin kurs, alsaydın sıkı terbiye büyüklerinden, konuşmazdın böyle cahil sözler. Bilirdin yüksektir bir vazife her şeyden...”

İstenen cezaya şaşırdık mı? Hayır.

Kırıldık mı? Evet...

Haber bende ve milyonlarca insanda bir kırıklık yarattı. Kırıklığı tanımlamak zor. Hani bir hata yapıp çok sevdiğini üzersin, müthiş pişmanlık duyarsın ya... Öyle bir kırıklık işte.

Metin Akpınar 1941, Müjdat Gezen 1943 doğumlu.

Türkiye henüz toy bir çocuktu onlar sahneye çıktığında. Çocuk Türkiye büyürken, onlar tiyatrodan, oyunculuktan ileriye gitti, bilgeleşti. Biz yaş alırken, onlar devleşti.

Demem o ki, neler görüp neler yaşadılar kim bilir. Bu ne ki...

Ben mesela şöyle yaptım bu haberden sonra. Zeki Alasya ile Metin Akpınar’ın filmlerindeki kucaklaşma sahnelerini izledim.

Alasya kendine özgü gülüşü, mahcup haliyle sımsıcacık sarıldı Metin Akpınar’a, sanki onlar değil, ben kucaklaştım. Öyle iyi geldi, anlatamam.

Sonra, yakında aya gideceğimiz aklıma geldi! Hazır gündemde, Metin Akpınar’ın Astronot Niyazi’yi canlandırdığı oyunu izledim. Hem de TRT kayıtlarından. Yanlış anlaşılmasın, bugünün değil, geçmişin TRT’si!

Malum, iki yıl sonra aya sert iniş yapacağız. Ben bu ‘sert inişi’ bir yerlerden çıkaracağım ama derken, karşımdaydı işte.

Meğer Astronot Niyazi’nin oyundaki repliğiymiş...

Oyunda NASA, ehliyeti olan bir Türk astronot arıyor. Aya gidip, orada araç kullanacak. Taksi şoförü Niyazi seçiliyor. Bir televizyon sunucusu da aya gidip gelen Niyazi ile söyleşi yapıyor. Niyazi yaşadıklarını anlatıyor.

Bakalım size de tanıdık gelecek mi bu diyalog:

TV sunucusu: Sayın astronot Niyazi, aya yumuşak bir inişle mi indiniz?

Astronot Niyazi: Hayır, az buçuk sertçe indik! Armstrongla dalaşıyorduk abicim...

Siyah beyaz TRT yıllarından kalma oyunu izlerken, beni asıl şaşırtan an geliyor sahneye. Zeki Alasya, Ahmet Gülhan astronot tulumları giymiş iki Amerikalı. Göğüslerinde NASA yazıyor. Bizimki, yani Astronot Niyazi’nin göğsünde ne yazıyor peki? Cevap veriyorum, Kasımpaşalı...

Taksi şoförü Niyazi, doğma büyüme Kasımpaşalı çünkü.

Zaman geçer, savcılar, hakimler, mübaşirler gider, adalet olduğu yerde kalır.

Bizler gideriz, kimse adımızı bile hatırlamaz. Onlar yatar, çıkar ve hep var olurlar.

Bi sarılırlar mesela sahnede, bi gülerler... Varsa azıcık insanlık kırıntısı, sonsuza kadar hatırlatırlar.