O, ne bir savaş kazandı, ne büyük bir kahramanlık gösterdi. Tarihimizdeki önemi yazdığı bir kitap ve kitapta ilk kez kullandığı hazine değerinde bir kelime.


1440-1486 yılları arasında yaşadı. Fatih Sultan Mehmet ve 2. Beyazid dönemlerinin kelam ve matematik alimi, devlet adamı. Babası, fethedildikten sonra İstanbul’un ilk kadısı. Fatih’in davetiyle İstanbul’a gelen astronomi ve matematik alimi Ali Kuşçu’nun öğrencisi ilerleyen yıllarda da Fatih’in hocası. Fatih’in veziri, lakabı bu yüzden Hoca Paşa... Azledilen Gedik Ahmet Paşa’dan sonra Fatih’in Vezir-i Azam-ı Sinan Paşa...


Paşa, bu görevde bir yıl kalabildi. El çektirildi hapse atıldı sonra! Tarihimizde pek bilinmeyen bir şey oldu o ara. İstanbul uleması toplu halde İstanbul Fatihi’ne çıkıp, “Sinan Paşa özgür bırakılmazsa yazdığımız bütün kitaplarımızı yakıp, Osmanlı topraklarını terkedeceğiz” dediler... Sinan Paşa hapisten kurtuldu ama sürgün edildi İstanbul’dan. Fatih öldü, oğlu 2. Beyazid tahta çıktı. Sinan Paşa yeniden vezirliğe getirildi. Yaşamının son yıllarında en ünlü eseri Tazarru’name’yi (Yakarışlar Kitabı) Türkçe olarak yazdı.


Hoca Paşa da nereden çıktı şimdi diyeceksiniz... Layık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik, yetenek yani bizim bir süredir anlamını unuttuğumuz ‘liyakat’ kelimesinden!


Layık olmak için araştırdım, anlatayım. Yaşadığımız coğrafyada liyakat kelimesini yazılı bir metinde ilk kullanan kişi Sinan Paşa. Yakarışlar Kitabı’nda, taa Beyazid döneminde.


Şöyle diyor kitabının 95’nci sayfasında: “Eger senün cezben cazibesi cezb itmeye-y-idi bu siyah kilim-i külbe-i idbarun ne liyakatı var-idi ki kubbe-i kurb-ı ceberuta yol bula-y-idi...”


Günümüz Türkçesi ile, “Allah’ın yüceliği olmasaydı değersiz ve zavallı insan bu dünyada bu liyakate asla erişemezdi” diyor. Sıradan bir şey değil bu liyakat, tanrısal bir erdem aynı zamanda.


Padişaha hoca yapılan, vezir yapılan, baş vezir yapılan sonra bir gün görevden alınıp hapse atılan, sonra bir gün hapisten çıkarılıp yeniden vezir yapılan birinin ölmeden üç dört ay önce yazdığı eserinde ‘liyakate’ değinmesi manidar.


Devlet geleneğimizde liyakatin ağırlığını gösterecek çok güzel örnekler var. Artık değeri kalmasa da, içi boşalmış hali ise hergün bir şekilde çıkıyor karşımıza.


Cumhurbaşkanlığı sarayında yaşanan ve dünya basınında ‘bizimle gırgır geçilen’ bir konu haline gelen son olay mesela. Tam bir liyakat örneği... Saraydaki protokol işlerini düzenleyenler “Bu iş önceden nasıl yapılmış. Bizim Cumhurbaşkanı onlara gittiğinde nasıl bir oturma düzeni varmış” diye merak edip sadece google baksalar, görecekleri ilk fotoğraf üçlü koltuk! Türkiye Cumhurbaşkanı, Avrupa Birliği Konseyi Başkanı ve Avrupa Komisyonu Başkanı oturuyor o koltuklarda. Bu kadar basit.


Bakmadılar ama... Sorun vardı çünkü. Layık olmada, bir işe yaraşmada, uygunlukta, yeterlilikte, yetenekte yani liyakatte. Onlara göre liyakat ‘büyük devlet’ değil ‘devlet büyüğü’ içindi...


Protokol yetersizliği Saray kabalığı olarak algılandı. Hem dünyayı bize güldürdüler, hem devletin temsilcisini önden önden yürütüp bir kadını, 7 çocuk sahibi bir anneyi geride bıraktırdılar. Bu da yetmedi, hatalı planlama yüzünden Türkiye Cumhuriyeti temsilcisine nezaket kurallarını çiğnetip, ayakta kala kalmış bir kadın dururken onu oturttular!


Bu yüzden çok önemlidir bu işler. Deneyim ister, devlet ağırlığı ister kısaca liyakat ister. Liyakate uyulmazsa hoşa gittiği için, sırf ‘bizden’ diye seçilirse görevliler sonuçları yakıcı olabilir. Bu yakıcılığı ekonomiden aşı işlerine, dış politikadan vatandaşın çaresiz bırakılmasına kadar her alanda yaşarsın. Ne var bunda desen de, basitleştirsen de büyüdükçe büyür.


Atanmış İtalya Başbakanı dediğiniz kişi sadece sizi mi ‘diktatörlükle’ itham etti. Millet olarak bize de deyiyor aşağılamanın ucu. Oysa burası çadır devleti değil, Atatürk’ün emaneti Türkiye Cumhuriyeti!


Eyy İtalya falan deyip İtalya’ya kızacağına dönüp bak bi, kim ayarladı bu protokolü? Kim seni böylesine kritik zamanlarda boş beleş mevzuların içine attı, kim misafirperverliği ile ün salmış bir milleti bu hale düşürdü!


Her dediğinize sorgulamadan alkış tuttukları için altlarına makam aracı çekip gökten zembille koltuklara indirdikleriniz mi, yoksa onlara yer açmak için monşerler deyip uzaklaştırdıklarınız mı? Yoksa aynaya bakmak yerine yine bizi kıskanıyorlar mı diyeceksiniz...