İnsan, tarih boyunca iyi yaşama arzusu içinde olmuştur ancak evrensel düşünme ve onun gereğini hayata geçirme talebinin 18. yy sonrası somutlaştığını söylemek mümkün. Elbette eski dünyada köleleştirmeye veya sömürülmeye direnen, insanlara eşit davranılması gerektiğine inanan düşünürler vardı; “Bütün insanlar dünyanın yurttaşlarıdırlar; herkes için ancak bir dünya vardır” diyen Stoacı filozof Zenon gibi. Bu fikirler Hristiyan-Batı için aydınlanmanın esin kaynağı olacaktır; nitekim yüzyıllar süren din savaşları sonrasında yaşadığı acı tecrübelerden ders çıkarmayı başaran Batı, Aydınlanma paradigması ile tüm dünyayı etkisi altına alır. 18. yüzyılda başlayan bu süreç bitmemiştir; Alman filozof Kant “İsanlık aydınlanmanın henüz başındadır” der.

Diğer taraftan aydınlanmanın ortaya çıkarttığı insan tipine yönelik sert eleştiriler de mevcuttur. Örneğin Kant’ın felsefesini yetersiz bulan Alman filozof Hegel ya da Fransız filozof Foucault gibi önemli isimler, modernitenin dayattığı tek tip birey ve tek tip toplum anlayışına karşı çıkarlar ve evrenselleşmenin bireysel ve kültürel farklılıkların önemini yok ettiğini iddia ederler. İkinci dünya savaşının sonuçlarını düşünürsek, post modern düşünürlerin “aydınlanmanın temelinde olan akıl ve bilim, inançları yıkmakla kalmadı kendisi bir otorite oldu ve hiçbir şeyin gelişmesine izin vermedi” bağlamındaki tepkilerini anlamak mümkün. İnsana özgü düşünme yetisinden ve varoluşu anlamlandırmaktan uzak, hırs ve emellerine mağlup olmuş mekanik insan tipinin insanlığa ve yaşadığı dünyaya neler yaptığı ise malumun ilamı.

ADALETSİZLİĞİN ÇARESİZLİĞİ

Gelelim geçen haftaki sorumuzun cevabına; dünyadaki tüm insanların mutabakata varacağı bir evrensel sözleşme mümkün olabilir. Çünkü mutabakat için rıza göstermek kafidir. İnsanların mevcut koşulları, asimetrik bilgi gibi unsurlar rıza göstermelerini sağlar. Peki, tüm insanlara mutlak anlamda eşit muamelede bulunabilecek bir sözleşme mümkün müdür? Dünyadaki kaynaklar sınırsız olsaydı belki mümkün olabilirdi. Her anlamda bereketli topraklardan tüm insanların eşit şekilde faydalanması imkânsız. İnsanlık tarihinin en büyük sorunu olan bölüşüm sorununa cevap verebilecek bir evrensel sözleşme henüz mevcut olmamıştır. Semavi dinler dahi bu adaletsizliğin, ölüm sonrasındaki mutlak adaletle giderileceğini bildirerek bu dünyada bir çözüm sunmamışlardır. Ama yine de biz gökten mutlak adaleti içeren bir sözleşme metni indiğini farz edelim. O sözleşme dahi yalnızca kendine bağlı olanlara adil muamelede bulunacaktır. Sözleşmeye bağlı olmayanlar sözleşme için tehdit içerirler ve sırf bu yüzden cezalandırılmaları gerekir. Tıpkı tüm dinlerde veya anayasalarda olduğu gibi.

DİNE GİYDİRİLMİŞ SİSTEMLER

Bu yazıda gelmek istediğim nokta şu: Tarih boyunca örgütlenme formları görüyoruz. Her ne kadar en iyiyi yakalamada bu formlar yeterli olmasa da bir inkişafın varlığından söz edilebilir. Dinlerin temele alındığı klasik metinler de bu çerçevede okunmalıdır. Toplumda bir mutabakat var ise (kölelik konusu, kadın erkek ilişkileri, evlilik hukuku, ekonomik ilişkiler, yönetimsel durumlar vs.) dinler o mutabakatı dikkate alarak mesajlarını vermişlerdir. Keza dinlerin etrafında oluşan kültürler ve sistemler, varlıklarını öteki üzerinden tanımlamışlar ve bu zeminde mücadele etmişlerdir. Dindar bilinç (tüm dinlerin bağlıları için geçerli bu) bunu görmek istemiyor.

Demem o ki, Müslüman dindar bilincin, tarihsel olgulara ve dini düşünceye yapılan eleştirileri doğrudan İslam’a yapılan bir eleştiri olarak görmesi, meselelere cemaatçi perspektiften bakmasıyla ilgilidir. Bunun sonucu olarak Müslüman aydın takımı; Batı aydınlanması muadili ne bir evrensellik tasavvuru ortaya koyabildi ne de karşı çıktığı modern dünyaya karşı dişe dokunur bir eleştiri yapabildi. Yazı dizisi uzadı, sonuca gelemedim, bağışlayın. Sizden gelen soruları da dikkate alıyorum, konu konuyu açıyor, haftaya devam edelim.