İslam’ın temeli imandır, vurgusu; ‘bir kişi, ömrü boyunca hak hukuk tanımamış, yalan yanlış işler yapmış olsa da imanı onu kurtaracaktır zira iman eden herkes cennete girecektir’ gibi bir algıyı beraberinde getirmiştir. Diğer taraftan, dini sorumlulukların (ibadetlerin) yerine getirilmesi olarak görülen dindarlık “tedbir ahlakı” denilen, yani “şu işi yaparsam Allah beni ödüllendirir, şunu yapmazsam Allah beni cezalandırır” gibi bir hesap ahlakını(!) doğurmuştur. Böyle bir inancın ahlakiliği olabilir mi?

Ahlakın emirleri koşullu değildir. İşte bu noktada, İslam’ın önceliği iman mıdır yoksa ahlak mıdır sorusunu eğmeden bükmeden tartışmalıyız.

İnancın ahlak ile olan ilişkisi zemininde yapılan tartışmaların, Tanrı’yı konu dışında bırakma çabası gibi değerlendirilmesini doğru bulmuyorum. Ancak sorunların rasyonel gerçekliklerden hareketle tartışılmadan, insanlık hakikatine uygun sonuçlara ulaşılamayacağını görmek zorundayız. Maturîdî ‘den hareketle söyleyelim; ahlak, hazır bulunan değil elde edilen bir olgudur. Bir din bir inanç bir öğreti içinde olması kişiyi ahlaklı kılmaz; şekli birkaç ritüeli yerine getiriyor olması da. Ahlak irade işidir.

AHLAK DİNDEN ÖNCEDİR

Her ideoloji, her disiplin, her öğreti son tahlilde kendini ahlak üzerine bina eder. Ne kadar eskiye gidersek gidelim ahlaki olgulardan bahsetmek mümkün. Dolayısıyla ahlak, dinlerden bağımsız konuşulabilir, ancak dinler ahlaktan bağımsız konuşulamaz. İnsanlık tarihinin 1500 yıllık İslam tarihinden ibaret olmadığını da hatırlatalım. Dolayısıyla ahlak, insanla var olan bir kavramdır. Hz. Muhammed’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözü bu gerçeği teyit eder.

İMAN İNTERAKTİFTİR

Dinlerin göstergeleri ile o göstergelerin götürmek istediği yer karıştırılır. Gösterge, olması gereken sonucu yaratıyorsa anlamlıdır.  Amaç ne camide namazdır ne kilisede ayindir ne Ağlama Duvarı’nda ağıttır. Hepsinin hedefi arınmadır. Daha üst seviyeden bakalım; akıl da din de ahlak da hikmet de hakikat yolculuğunun araçlarıdır. Tanrıya giden yolda, insan, kendini gerçekleştirmeye çalışırken interaktif bir ilişki yaşar. İşte iman bunun adıdır. Akli ve ahlaki donanımını güçlendirdikçe insan Tanrıya yönelir. Tanrı’da (her an O’nda olmak bilinciyle) yaşadıkça O’nun refakatini elde eder. (Fecr/28) (Daha önce bu köşede yazdığım “Tanrı sana inanıyor mu?” başlıklı köşe yazımda “Tanrı sana inandı fakat sen orada yoksan bir ilişkiden bahsedilemez” demiştim.

TEMEL AHLAKTIR

Tüm peygamberler, sömürü düzenine baş kaldırarak var oldular. Kibir, ötekileştirme, haksızlık, zulüm, doyumsuzluk, birilerini kayırma, ayrıştırma gibi toplumsal sorunlarla mücadele ettiler. Firavunun Musa’ya karşı çıkışı bu nedenledir. Hz. İsa’yı çarmıha gerenler kötülüğün savunucularıdır. Ebu Cehil, Ebu Lehep gibi Mekke’nin ileri gelenlerinin İslam’ı kabul etmeyişlerinin arkasında imtiyazlı duruşlarını kaybetme korkusu vardır. “Yani sen bizi kölelerimizle eşit mi tutuyorsun ya Muhammed, böyle bir dini kabul etmeyiz” itirazı dönemin oligarklarının bakışıdır. Bakmayın bugün hem İslamcılığı savunup hem de makam/güç elde edince halktan kopuk yaşayanlara. Bakmayın siz camilerde veya televizyonlarda fakirlik edebiyatı yapıp krallar gibi yaşayanlara... Devam edeceğim.