Kendi gibi düşünmeyenleri cehennemlik ilan eden ilk düşünce ekolü Hâricîler’dir. Daha önceki yazılarımızda değindiğimiz üzere, bu yaklaşımın fitne ve fesadı nasıl tetiklediği ve sonuçlarının ne denli ağır olduğu açıktır. Görüş farklılıklarını ve ihtilafları rahmet olarak nitelendiren İslam, ruhban sınıfını aradan kaldırarak, doğrudan bireyi muhatap kılmış ve imanı özgürleştirmiştir. Bu anlayış içinde yorumlar yapan İmamı Azam Ebu Hanife, iman konusunda son derece titiz bir dil kullanır ve kişilerin inancıyla ilgili herhangi bir müdahaleyi uygun görmez: “Karşısındakini kafir ilan etmek için bahane arayan, ondan önce kendisi kafir olur” diyerek son noktayı koyar.

Ebu Hanife’nin, iman-amel ilişkisi temelinde yaptığı tanımlarda da aynı hassasiyet içinde olduğu görülür: “İslamsız iman, imansız İslam olmaz. İmanın yeri kalp, uzantısı da bedendir” derken, ameli imanın unsuru yapmaz ama amelle imanın bağını da birbirinden koparmaz. Kullanılan üslubun hassasiyeti, Tanrı ile insan arasındaki bu özel ilişkinin ulviliği ile doğru orantılıdır. Tanrının özgür kıldığı bu aralıkta durmak ve sınırları aşmamak (meşiet), bir tarafıyla Allah’ın dilemesine saygı duymaktır, diğer tarafıyla kulun tercihine (ferdi hürriyet) hoşgörüyle bakmaktır. Ebu Hanife, “Allah bizi, kalplerde bulunanı ve gizli niyetleri bilmekle mükellef kılmamıştır” diyerek, başkalarıyla ilgili ithamları, olumsuz nitelemeleri ve baskıları reddeder. Bugün sıkça tanık olduğumuz, dışlayıcı-ötekileştirici-aşağılayıcı üslup yalnızca cehaletin değil, eksik ve yanlış imanın bir tezahürü olsa gerek. İçinde yer aldığı görüşü mutlaklaştıran güruhun, başka inanç ve yaşam biçimlerine düşmanlığının iman dairesinde izahı yoktur.

Keza İmam Maturîdî’de de inançlar baskı altına alınamaz: Dinin vazgeçilmez unsurları, organlarla gerçekleştirilen davranışlar olmayıp, (zihinde ve kalpte yer tutan) inançlardan ibarettir. Bu sebeple ki, inançlar, baskı ve hakimiyetin kurulamayacağı değerlerdir; hiçbir yaratık başkasının inancına buyruk olma veya ona engel teşkil etme gücüne sahip değildir. İnançlar, düşünce ve duygu alanına özgü davranışlardır. Bazı yönleriyle dilin inançlarla ilişkisi bulunmaktadır. Başkasının dilini kullanmak imkân dahilinde olmadığı gibi kalbi üzerinde hakimiyet kurmak da mümkün değildir. (Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd )

KUR’AN MAHLUK MUDUR?

Ebu Hanife’nin ve Mâtüridî’nin özgün fikirleri Kur’an tarifleriyle alakalıdır. Ebu Hanife, Fıkhu’l Ekber’inde şöyle bir tanım yapar: “Kur’ân-ı Kerîm, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dillerde okunan ve Peygamberimize indirilmiş olan Allah kelâmıdır. Bizim Kur’ân-ı Kerîm’i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur (yaratılmıştır) fakat Kur’ân mahlûk değildir. Kur’ân, Allah’ın kadîm ve ezelî kelâmıdır.”

Ebu Hanife, lafzın-harflerin Kur’an olmadığı, esas Kur’an’ın, Allah katındaki mana olduğu görüşündedir. Bundan dolayı içtihadında Kur’an’ın tercümesi ile namaz kılınabileceğini dile getirir. Ebu Hanife’ye göre dili dönenlerin, yani Arapça telaffuza güç yetirenlerin bile namazda, Kur’an’ın kendi dillerindeki tercümesini okumaları halinde kıraat şartı yerine getirilmiş olur. (Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Kıraat maddesi)

Türkçe ibadet yapılır mı sorusuna dahi tahammül edemeyenlerin, takip ettikleri mezhep imamlarının düşüncelerinden gafil olduklarını söylemeden geçmeyelim.

Mâtürîdî’ye göre de Allah’ın kelamından anlaşılması gereken, kendi zatında olan manadır: “Allah’ın kelâm sıfatı (kelâmullah), gerçekte Allah’ın zatında mevcut kadim bir manadan ibarettir. Bu manaya “kelâm-ı nefsî” de denir. Allah’ın kelamından anlaşılması gereken ona göre işte budur. Dolayısıyla, sesler ve harflerden oluşan kelam, adı geçen kelama dâhil değildir. Çünkü Allah’ın kelam sıfatı kadîmdir. (Başlangıcı yoktur) Buna karşılık, ses ve harflerden oluşan kelam ise hâdistir. (Sonradan var olmuştur.) Dolayısıyla onlar, hâdis olduğundan, bizzat Allah kelamı değildirler. Onlardan oluşan kelama, “Allah kelamı” denmesi mecazidir. Mâtürîdî’ye göre gerçekte harf ve sesler, sadece Allah kelamına delalet eden unsurlardır. Harf ve sesler yaratılmış (mahlûk) iken; buna karşın harf ve seslerden soyutlanmış olan Allah kelamı, yani “mana” dediğimiz “kelâm-ı nefsî”, yaratılmamış (gayr-i mahlûk)tır.” (Muammer Esen, Mâtürîdî’de Bilgi Kuramı)

Görüldüğü üzere en çetrefil konularda bile özgün görüşler beyan eden iki büyük bilge hâlâ özgünlüklerini korumaktadırlar. Onların ışığında yeni bir aydınlanmaya ihtiyaç var.