Geçen hafta, son 20 yılın Türkiye ekonomisinden bahsederken, gerekli yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilemediğine dikkat çektik. Yıllardır herkesin kullandığı ve fakat üzerine çok da konuşulmayan yapısal dönüşüm ne demek? Teorik olarak anlamı oldukça basit olan yapısal dönüşüm; gayri safi yurtiçi hasıla kompozisyonunun değişmesi anlamına geliyor. Daha açık bir ifadeyle ekonomide kaynakların daha verimli ve daha yüksek katma değerli üretim yapan sektörlere aktarılması demek. Bu basit gibi görünen tanım, üzerinde günlerce değil yıllarca düşünülmesi gereken hususları içerir.

Öncelikle şunu belirtmekte yarar var, yapısal dönüşüm gereklidir demek bir insana sağlıklı beslenmen gerekli demek gibidir. Yani açık bir anlam ifade etmez. Önemli olan sağlıklı beslenmenin ihtivasıdır. İşte bu uzmanlık alanı gerektirir. Hangi besinden ne kadar yeneceği, o besinin hangi koşullarda yetiştirilmesi ya da üretilmesi gerektiği gibi bilimin dahi çoğu kez ihtilafta kaldığı konuları çözebilmektir mesele. Diğer yandan birinin şifası diğer kişinin zehri olabilir. İşte değerli ve önemli olan “Sağlıklı beslen” demek değil, bunun kişiye göre ihtivasını bilmektir. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi yapısal dönüşüm de ihtivasıyla önem kazanır.

ÜLKE SAHADAN, TARLADAN, FABRİKADAN YÖNETİLİR

Yönetimde şöyle bir kaide vardır: Aksi iddia edilmeyen hiçbir politika strateji değildir. Yani örneğin yüksek katma değerli ürün üretelim demek kıymetli bir öneri değildir. Kimse üretmeyelim demez. Değerli olan hangi ürün nasıl ve kim için üretilecek tek tek bunu analiz edebilmektir. En yüksek kalitede cep telefonu üretelim mi? Üretelim hadi, ama nasıl? Ona uygun bir fiziki ve beşerî altyapı ne kadar sürede kurulur? Bu sürede ne kadar yatırım gerekir? Bu yatırım için ne üretmekten vazgeçilecek? Çünkü her üretimin bir fırsat maliyeti vardır. Fırsat maliyeti, her yeni üretim için vazgeçilen en iyi alternatiftir. Mesela diyelim ki elinizdeki malzemelerle kıymalı pide yaptıysanız lahmacun yapmaktan vazgeçmişsinizdir. Eldeki malzemeyi ve yemek türlerini tanıdığımız için buna kolaylıkla cevap verdik. Peki, politika yapıcılar Türkiye’nin elindeki kaynakları ve bu kaynaklarla üretilebilecek mal ve hizmetleri ne kadar tanıyor?  Üretimlerimizin fırsat maliyetini hesaplayabilecek durumda mıyız? Veya daha da büyüteyim soruyu Türkiye elindeki kaynaklarla üretebileceği maksimum kapasiteyi öngörebiliyor mu? İşte en can alıcı noktaya geldik; Türkiye kendini hesaplayıp öngörebilecek durumda değil! Bugünü dahi öngöremeyen bir ekonomi, 20-30 yıl sonraya nasıl projeksiyon tutabilir? Bundan yirmi yıl önce hükümetin, 2023 projeksiyonu dünyada ilk 10 ekonomi arasına girmekti. Peki, şimdi neredeyiz? İlk 20’den bile geriye düştük. Çünkü böyle projeksiyon olmaz, olsa olsa hayal olur. 2003 yılında, bugünün önemli sektörlerinin öngörülmesi ve buna göre fiziki ve beşerî sermaye yatırımları yapılması gerekirdi. Olmadı, yapılmadı. Şimdi hedef 2053.  2053 için ne tür bir öngörümüz var ve buna dair ne tür yatırımlar yapıyoruz?

Demem o ki, ekonomi; konuşarak, ikna ederek, makyajlayarak, “Gözlerime bakın ne görüyorsunuz” ya da “Uyuyun, altı ay sonra uyanın” laflarıyla çözülecek bir bilim değil. Ekonomi sahadadır, ekonomi üretimdedir. Dolaysıyla politika yapıcılar binaların içinden, televizyon programlarından, açılışlardan, davetlerden ülkeyi yönetemezler. Ülke sahadan, tarladan, fabrikadan yönetilir. İşin teorisini çoktan bitirip tatbikata geçmemiz gerekirdi. Biz bırakın tatbiki, teoriyi kahvehane sohbetlerinde bıraktık.

(Hz. Mevlana’nın 22.kuşak torunu Esin Çelebi Bayru ile “Hz. Mevlâna ve Aşk” konulu sohbet, bu çarşamba, saat 16.00’da “Ayşe Sucu ile İnsana Dair” programı ABBTV’de.)