Bir toplum ilimde, bilimde, felsefede ve sanatta özgün şahsiyetler yetiştiremiyorsa; eğitimin, kültür siyasetinin ve devlet politikalarının sorgulanması gerekir. Zira toplumlar, yetiştirdiği kişilerin toplamından ibarettir. Bir başka ifadeyle bilim insanlarının, filozoflarının ve sanatçılarının büyüklüğü ile o toplumun gelişmişliği arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Bilimsel ve felsefî düşüncede geri kalışın dini düşünceye etkisinin büyüklüğünü, günümüzde tartışılan dini ve ahlaki konulara bakarak anlayabilirsiniz. Bazı absürt tartışmaları bu köşeye taşımaktan imtina ederim. Temel insan hakları ve özgürlük konularında, ötekine bakışta, kadını ilgilendiren hususlarda, din-siyaset ilişkisi bağlamında öne sürülen hususlar Arap cahiliye dönemine rahmet okutacak cinsten. Oysa bin yıl önce Türk kültürünün bağrından çıkmış Ebu Hanîfeleri, Maturîdîleri, Yesevîleri, Yunus Emreleri düşününce, nerede o akılcı, medeni, evrensel, özgün Türk din anlayışı demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz.

ARAPLARDAN BİR ŞEY ALMADIK

Öncelikle şu tespiti yapalım: Türklerin din anlayışları, Arap Müslümanlığından bağımsız ele alınmalıdır. Arapların ve Türklerin kültürel dokusu ve hayata bakışları -ki hala bunu gözlemlemek mümkün- birbirine zıt denecek kadar farklıdır. Demem o ki, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle Türklerin İslam’a geçişlerinde Arapların katkısı yoktur. İslam, Türk illerinde, Fars Hanedanlık Sâmânîler (819-999) zamanında yayılmaya başlar. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak şu tespiti yapar: “İslam’ın Orta Asya’daki Türk topluluklarının arasına tasavvufi bir nitelikte girmesinin nedeni, bu İslam yorumunun mistik bir nitelik arz etmesi ve bu sosyal tabakanın İslam öncesi dinlerin mistik karakteri ile de ilişkilidir. İslam, Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine, İran Tasavvuf Mekteplerine mensup sûfiler aracılığıyla ulaşmıştır.” (Türkler Türkiye ve İslam, A.Y. Ocak) Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarihinde İslam’ın görüntülenmiş biçimlerini; Halk İslam’ı, Kitabi İslam, Tekke İslam’ı, Devlet İslam’ı (siyasallaşmış İslam) şeklinde tasnif eder. Ayrı bir yazı konusudur.

Farsların etkisi, kullandığımız terminolojiden bellidir; abdest, namaz, oruç vb. kelimeler Farsça kökenlidir. Ancak Türklerin teolojisini oluşturan Hanefilik ve Mâturîdîlik, Şia teolojisiyle de bire bir örtüşmez. Türklerin karşılaştıkları Arap ve Fars kültürlerinin karşısında kendi kimliklerini korumuş olmaları Türklerin karakterinden kaynaklıdır. İslam öncesi, başka inançlara karşı saygısı ve hoşgörüsüyle bilinen Türklerin İslam’la buluşması sonucu, Türk Müslümanlığı paradigması, Orta Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlardan Avrupa’ya uzanan büyük bir coğrafyayı etkisi altına alır. (Bin yıl boyunca İslam’ın sancaktarlığını yapan Türklerin, hoşgörü temelli Müslümanlık anlayışlarının hassasiyetle korunması gerekir. Oysa yöntemden, derinlikten ve zarafetten uzak, Selefi-Hanbeli-Arapçı taassubun dini söylemlerde etkisinin her geçen gün arttığını görüyoruz.)

TÜRK MÜSLÜMANLIĞININ KURUCU İSİMLERİ

Hanefîlik, Mâturîdîlik ve Yesevîlik, Türk İslam düşüncesinin kurucu unsurlarıdır. Amelde Ebu Hanife, itikatta İmam Maturîdî, tasavvufi düşüncede Ahmet Yesevî, Türk Müslümanlığının merkezine aklı, bilimi ve ahlakı alırlar. Maturîdî, yazdığı dönemde muadili olmayan “Kitabü-t-Tevhid” eserinde “insan, tabiatı birbirine uygun olanları bir arada toplayan ve tabiatı birbirine aykırı olanları birbirinden ayırma melekesine sahip olan aklın yardımıyla, nakle ihtiyaç duymaksızın dış dünyadan hareketle Allah’ı bilebilir. Çünkü, Allah’ın birliğine vâkıf olmanın, O’na ve O’nun elçilerine iman etmenin yolu, aklî içtihat ve akıl yürütmeden geçer” der. Aklî içtihadın ve akıl yürütmenin olmadığı yerde din fosilleşir, ruhban sınıfları doğar, akla-zemine-zamana uymayan bir anlayış hükmünü sürdürür. Maturîdî bunu en iyi gören teologlardandır; ona göre fizik alanında olduğu gibi metafizik alanında da akıl bir araçtır ve bilgiyi üreten güçtür. Aynı ölçüde akıl etmek ahlaklı olmayı da gerektirir zira iyilikler ve kötülükler kendisiyle bilinir. Maturîdî, taklidi reddeder ve dinin delille bilinmesinin gerekliliği üzerinde durur. Farklılıkların ve ihtilafların içinde kişinin sözünün ve inancının doğru olduğunu aklî delillerle ortaya koyması gerektiğini aksi takdirde taklidin bunu yapamayacağını söyler. Günümüz Müslümanlarının göz ardı etmemesi gereken şu tespiti de yapar: “İnsana aklını kullanmamasını telkin eden şeytani vesvesedir. Çünkü şeytan, kişiyi, aklının semeresinden alıkoyar. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir.” Haftaya devam edelim.