Üç gün geçti. Fikri sorulmadan, rızası alınmadan cemaat evinde barınmak zorunda bırakılan bir gencin yaşamına son verdiği haberi, ülkenin gündeminde. Yaşasaydı birkaç yıl sonra hepimizin canını emanet edeceği bir mesleğin eğitimi alıyordu. Enes’in, yaşadıklarını bu kadar güçlü, anlaşılır ifadelerle anlatırken; kendisini o karanlık evden ve o evin temsil ettiği dünyadan çekip çıkaracak bir eli göremediği için bunca sıkışmış oluşu, hissettiğimiz ortak sorumluluğu ağırlaştırıyor.

Üç gün geçti ve okuduğunuz yazı yazılırken, henüz Enes’in ölümüyle ilgili başlatılmış bir adli soruşturma yoktu. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insan, kendisine zorla yaşatılan kuşatılmışlığı, dinci baskıya dayanamayan gencin sorumluluğunu yüreğinin ta ortasında hissederken, koca ülkede üç gündür bu ölüme dair bir resmi işlem başlatılmadı.

Pardon başlatıldı ama tersinden. Elazığ Valiliği, kentte 15 gün süreyle eylem ve etkinlikleri yasakladı. Haberlere erişim engeli getirildi. Haberi yazan Günışığı gazetesi muhabiri Faik Akgün’ün görevine son verildi. (Fırat Fıstık’ın Gerçek Gündem’deki haberi.)

Bu tablo bize tarikat-cemaat gerçeği hakkında yeterince fikir veriyor.

YURT DEĞİL CEMAAT PARASIYLA KİRALIK EV

Barış Terkoğlu dünkü yazısında, (Cumhuriyet) yaygın bir yanlışa değinerek doğrusuna açıklık getiriyor, çok da iyi yapıyordu. Terkoğlu, “Cemaat yurdunda öldü” ifadesinin yanlış olduğunu vurgulayıp şöyle yazdı:

“Her seferinde aynı hatayı yapıyoruz. “Cemaat yurdunda öldü” diyoruz. Oysa ortada cemaat var, yurt yok. Zira öğrenci yurdu açmanın kuralları var. Hiçbiri böyle değil. İzin kâğıtları, resmi sorumluları, hatta tabelaları bile yok. Bir daire, bir apartman, cemaat parasıyla kiralanmış. İçi öğrencilerle doldurulmuş. Haliyle her ölümden, her istismardan sonra devlet görevlileri ‘görmedik, duymadık’ diyor. Oysa her şey herkesin gözü önünde oluyor.”

Yurt açmak ciddi bir iş. Ciddi sorumluluk. Yasalara, mevzuata uymayı, devletin kurumlarından çok sayıda izin almayı gerektiriyor. Yurt faaliyeti, sorumluluk altına girmek demek. Denetime açık olmak, vergi yükümlüsü olmak, bunlardan sadece ikisi. Nereden finanse edildiği belirsiz kaynaklarla ev kiralandığında, bu sorumluluk ve yükümlülüklerin hiçbirinin altına girilmiyor.

Peki cemaat ve tarikatlar bu kayıtdışılığın konforunu,devletten habersiz sürebilir mi?

Tarikatlara ve cemaatlere yönelik kontrolün arttırılmasını savunanlara karşı getirilen karşı görüş şu: Türkiye’nin gerçeğiyle uyumlu değil. Yeraltına mı inecek?

Bu yaklaşıma verilecek yanıt yalın: Öğrencilerin barınması söz konusuysa, cemaat ve tarikat evleri zaten hukuki anlamda yeraltında. Yani kayıtdışı. Devlet bu haliyle vergi de almıyor denetlemiyor da. Bu, meselenin bir yönü. Ama asıl  büyük sorun, yetişme çağındaki çoğu yoksul çocuklara ve gençlere rızaları dışında  baskıcı, biatçı, kontrol altında bir dini “eğitim”i dikte etmek.

İsmail Saymaz dün halktv.com.tr’deki yazısında Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı’nın “Eğitimde Tarikat ve Medrese Gerçeği” araştırmasına yer verdi:

“Araştırmaya göre Türkiye’de 30 tarikat silsilesi ve bunlara bağlı 400 kol bulunuyor. İstanbul’da 445 tekke, ülke çapında 800’ü aşkın medrese faaliyet gösteriyor. Büyük şehirlerde kaç apartman medresesi var, belli değil. Dört bin özel yurdun 2.480’i bir tarikatla bağlantılı.”

Enes’in “son” olması isteniyorsa, gerçekten isteniyorsa yapılacaklar bellidir. En başında Anayasa’daki laiklikle, eğitim, barınma hakkıyla ilgili emredici hükümlerin gereğini yapmak gelmektedir. Top siyaset kurumunda yani. Ama hangi siyasette?