Kış geldi yine...

Yoksunluğumuzun, yoksulluğumuzun kışı.

Yolda yürürken, parkta otururken, metroda, otobüste hiç etrafınıza bakıyor musunuz?

Asık suratlar, boşluğa bakan dalmış gözler, hüzün, kaygı, umutsuzluk...

Doğalgaz ve elektrik faturaları, bitmeyen siyasi kavgalar, sorular, cevaplar, geçim derdi, işsizlik, hayat pahalılığı, iç karartan kötü haberler, yolsuzluklar, usulsüzlükler, adaletsizlikler, büyük kentlerin keşmekeşi karabasan gibi çökmüş üzerimize.

En önemlisi de geleceğe dair umutsuzluk...

Herkesin zihni karmakarışık, mutsuzluk günlük rutine dönüşmüş.

★★★

İşte böyle bir atmosferde geçen cumartesi kötü bir haber aldık.

Kuzenim kız kardeşimi arayıp dayımızı kaybettiğimizi söylemiş.

Beş kız kardeşinden dördünü, beş erkek kardeşinden üçünü daha önce kaybeden annem için Muzaffer Dayımın yeri ayrıydı.

O yüzden yaşlılık, hastalık, salgın, kar kış demeden son görev için cenazeye gitmeye karar verdi.

Uçakla Kars’a indik ve kara yoluyla Ardahan’ın Çıldır ilçesine doğru yola çıktık.

Donmak için gün sayan Çıldır Gölü’nün kenarından kıvrıla kıvrıla ilerlerken kar yağmaya başladı. Karşı kıyıdaki Kısır Dağı beyaza bürünmüştü.

Kar taneleri dalga dalga arabamızın ön camına çarpıyordu.

İçinden geçtiğimiz küçük köylerde oynayan çocukları, günlük rutin işleri için koşuşturan yaşlı kadınları, suya götürülen hayvan sürülerini görüyorduk.

Bacası tüten küçük evlerin sarı sıcak pencerelerine baktıkça kendimi içeride yanan sobanın kenarında bir ot minderinin üzerine uzanmışken hayal ediyordum. Sobanın üzerindeki tencerelerin ve çaydanlığın fokurdama sesi kulağımda çınlıyor, fırın kısmında pişen patatesin kokusu burnumda tütüyordu.

Çocukluğumun Masumiyet İstasyonu’ndan geçerken havada ağır bir hüzün vardı yani...

★★★

Cenaze törenine zor bela yetiştik.

Bölge halkı ve öğrencileri Çıldır Lisesi’nin Fransızca öğretmeni Muzaffer Hocayı son yolculuğunda yalnız bırakmamıştı.

Yüzlerce insan soğuğa, kara ve çamura rağmen acıyı paylaşmak için oradaydı.

Annem mezarın başında bayatı söylüyordu. Ayaklarındaki çamurları temizledim, şalını başına örttüm. Sarıldım, başını göğsüme bastırıp, üşümüş elini avcumun içinde ısıtmaya çalıştım.

Acısını yüreğimde hissettim.

Kolay değildi sekizinci kardeşi de toprağa vermek.

Taziye yerinde beni tanıyan onlarca insan yanıma geldi.

Hepsi işsizlikten, yoksulluktan, dışlanmışlıktan, kaderine terkedilmiş bir memlekette yaşamaktan söz ediyordu. Sözlerinde aynı zamanda bir isyan vardı hepsinin.

Fark ettim ki aradan 40 yıl geçse de çocukluğumla bugün arasında çok şey değişmemişti bu topraklarda.

★★★

Tören ve taziye tamamlanıp Çıldır’dan Susuz’a doğru yola çıktığımızda gece olmuştu.

Aynı yolu karanlıkta dönüyorduk. Yolda oluşan ince buz tabakası arabanın farıyla parlıyor, kar taneleri yine ön camımızı dövüyordu.

Neden bilmiyorum (belki de gördüğüm manzaradan, yoksunluktan, yoksulluktan, masumiyetten, insanların yüzündeki o ortak ifadeden) zihnimde dramatik ve gerilimli bir şarkı yankılanmaya başladı.

Bir ara melodisini mırıldanmaya dahi başladım.

Yaşar Kemal’in “Yer Demir Gök Bakır” romanı, 1987’de Zülfü Livaneli tarafından beyaz perdeye aktarılmış, Livaneli de o film için bu şarkıyı bestelemişti.

Yaşar Kemal’in 70 yıl önce Yer Demir Gök Bakır’da Yalak köylüleri üzerinden anlattığı yoksulluk, korku, baskı ve isyan, Anadolu’da bir yerlerde hâlâ yaşıyordu.

Geceyi Susuz’da kuzenimin evinde sıcacık sobanın yanına koyduğum minderin üzerine uzanarak tamamladım. Karşımdaki duvarda Deniz Gezmiş’in portresi asılıydı.

Kendimi iyi hissettim. Huzurlu, hatta 40 yıl önceki Deniz gibi mutlu ve umutluydum. Uyumadan önce başka bir türkü tutturdum:

“Sıyrılıp gelmektedir seher...

belli ki yakındır

Belli ki yakındır doğayı ve hayatı sarsacak saat...”