Bizim bir arkadaş grubumuz var.

Çocukluk yıllarımızda kurduğumuz güçlü bağlar hiç kopmadı.

Araya farklı üniversiteler, farklı şehirler, farklı meslekler girdi.

Farklı yaşamlar kurduk.

Eşlerimiz, çocuklarımız bize katıldı.

Biz büyüdük ama çocuk heveslerimiz hiç bizi terk etmedi.

O grupla geçen hafta memlekete gittik.

Hepimiz yer küre üzerinde yarım asrı geride bırakmıştık ama içimizdeki çocuk, amansızca çocukluk yıllarımızın neşeli günlerine özlem duyuyordu.

O yüzden Kars’ta geçireceğimiz günlerde çocukken yaptıklarımızı tekrarlayacaktık.

★★★

Mesela, yaylaya gidip 2600 metrede kayaların arasından çıkan suyun oluşturduğu buz gibi Güllü Bulak’ta karpuz çatlatacaktık.

Süt makinasından alacağımız taze kaymağa şeker katıp dondurma yapacaktık.

Yağmurdan hemen sonra güneş çimleri ısıtmaya başladığında yoklayacağımız koyu yeşil damarlara gidip mantar toplayacaktık. Topladığımız mantarların içine tereyağı ya da kaşar koyup tandır közünde pişirecektik. Yemeden önce içinde biriken suyu yudumlayacaktık.

(Bu mevsimde dünyanın bütün renkleri çiçek olup bizim oralarda açar bir de...)

Çocukken koşuşturduğumuz o renk cümbüşü içinde yürüyüp, sevdiklerimiz için kır çiçeklerinden demetler yapacaktık.

Çıldır gölüne gidip pantolonumuzun paçalarını yukarı doğru sıyırıp, kıyısında ayak yalın yürüyecektik.

Sonra bir asırdan fazladır kaşar, gravyer ve her türlü peynir üretilen Rusların Zavot (fabrika) dediği köyü (şimdi Boğatepe) ziyaret edecek, mükellef bir kahvaltı yapacaktık.

Susuz’da köy kahvesinde oturup, tahta masaların üzerine serilmiş yeşil örtülerin üzerinde okey, fanti, pişti gibi oyunlar oynayacaktık.

Küçük metal demlikte demlenen kahvehane çayını, küçük cam bardaklara koyup kıtlama şekerle içecektik.

“Tik” dediğimiz yamaçta top oynayacaktık.

Ada kesip dirgenle ya da şişle balık tutacaktık.

Ez cümle, 40-45 yıl öncesine, çocukluğumuza gidip keyifli vakit geçirecektik.

★★★

Kars’a vardığımızda içimiz açıldı.

Günlerdir yağan yağmurun etkisiyle bütün vadiler, dağlar ve o uçsuz bucaksız plato gökkuşağı gibi rengarenk olmuştu.

Kuş sesleri, rüzgârın sesi, yerdeki renk cümbüşü, gökteki mavi, şekilden şekle giren tombul beyaz bulutlar baş döndürücüydü.

Hayatımın hiçbir döneminde her şey bu kadar mükemmel gitmemişti.

Bahtiyardım ama şaşkındım.

Gelin görün ki ilk hayal kırıklığını otele giderken yaşadım.

Yollar, kaldırımlar perişan, bakımsız. Kars Çayı yine lağım kokuyordu.

Hayalimiz çiçek kokusuydu, gerçek Kars Çayı’nın lağım kokusu ve sokaklardaki perişanlık oldu.

Hemen geçen yıl ihalesi yapılan atık su tesisini sordum. Aradan geçen bir yılda ihaleyi alan şirket maliyetler arttı diye tasfiye talep etmiş ve ihalenin yenilenmesi kararlaştırılmış.

★★★

Hayal kırıklığımı yatıştırmak için erkenden uyudum.

Ancak sabahında çok şiddetli bir karın ağrısıyla uyandım. Hemen Kafkas Üniversitesi’nden Dahiliye Uzmanı Doç. Dr. Halil İbrahim Erdoğan’ı aradık. Nöbetçi olduğunu söyleyerek bizi hastaneye çağırdı. Acil servisten giriş yaptım.

Çalışanlar canhıraş bir şekilde koşuşturuyordu.

İmkanları çok kısıtlıydı ama belli ki işlerini çok seven idealist sağlıkçılardı.

Koluma lastik eldivenle turnike yapıp kan aldılar.

Enjektör iğnesini hızlıca batırıp çektikleri parmak ucumdan çıkan kanla şekerimi ölçtüler.

Testler sonuçlandı ve ağızdan beslenmeyi kesmem, bu nedenle de hastanede yatmam gerektiğini söylediler.

Kaldığım süre içinde hemşire, sağlık teknikeri, doktor adayı, hoca demeden benden de diğer hastalardan da ilgiyi esirgemediler. Hepsinin ilgisine, emeğine minnettarım.

Ancak, Cemal Süreya’nın deyişiyle “beyaz, uykusuz ve uzakta” şehrin, üniversite hastanesinde çalışan kocaman yürekli insanlara, emektar sağlıkçılara sunulan kısıtlı olanakları görmezden gelemedim.

Tedaviye devam etmek için Ankara’ya dönerken yolda Kars Çayı’nın lağım kokusu ve hastanedeki imkansızlıkları düşündüm. Aklıma İngiliz Romancı Richard Llewellyn’in “Vadim o kadar yeşildi ki” romanından anlattığı, şarkı söyleyen, karınları tok, mutlu madenciler geldi. Biz de onlar gibiydik. Bütün olumsuzluklara rağmen neşeliydik, toktuk ve mutluyduk.

Ancak kapitalizm, sadece o romanda anlatılan İngiliz madencilerin değil, Türkiye’de yaşayan emekçilerin de ışığını, neşesini, emeğini yok edip değersizleştirmişti.

Yola çıkarken hayallerimiz çocukluğumuzdu ama vardığımızda karşılaştığımız, olanaksızlıklarla dolu bir gerçeklikti.

UnutMADIMAKlımda


29 yıl önce bugün, Ortaçağ zihniyetli, gözü dönmüş bir güruh, sanatçıların, şairlerin, yazarların bulunduğu Madımak Otel’i ateşe vermiş, 35 kişiyi yakmıştı.

Çorum’u, Maraş’ı unutmadığımız gibi Sivas’ı da unutmadık, unutmayacağız.

Sivas’ta ölenleri anmak için bugün Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda miting düzenlenecek.

Hepsini minnetle anıyor, manevi huzurlarında saygıyla eğiliyorum.