Bir hüzündü aslında ağır aksak yaklaşan.

Geçtiği kısa ve loş koridor, yürümeye direnen dizleri yüzünden, sekiz çocuk, 21 torun, 10 torun çocuğu sığdırdığı uzun bir ömrün muhasebesiydi sanki.

Önünden geçtiği mutfaktaki emektar davul fırından gelen pandispanya kokusu, emekli ikramiyesinin üzerine kredi çekerek aldıkları iki oda bir salon evin tamamını kaplamıştı.

Sık sık ama kısa kısa nefes alırken, on yıllardır alışık olduğu bu kokuyu bir kez daha içine çekebildiği için şükretti.

Gelen sadece pandispanya kokusu değildi.

Çocukları, gelinleri de boş durmamıştı anlaşılan: Zira keteler, feselliler, pişiler hazır edilmişti.

Soluklanmak için biraz yavaşladı. Bastona biraz daha yüklendi, sol omzunu duvara yasladı.

Çok değil 10 yıl önce olsa, hepsini kendisi hazır eder, çoluk çocuk geldiğinde her şeyi hazır bulurdu. Bunu düşünürken yaşadığı hüzün, ağlatacak doza gelmeden yürümeye devam etti, salon kapısından içeri girdi.

Artık bir parçası gibi hissettiği (Ankara’daki çıkrıkçılar yokuşundan bin bir özenle seçilerek alınan) zarif Devrek bastonunun yere değdiğinde çıkardığı ses, yıllardır el değmemiş kristal bardaklarının ve porselen yemek takımının bulunduğu vitrinin camından yankılanıyordu.

Yaşlandığından bu yana çok fazla üşüyordu ve her zamanki gibi kat kat giymişti.



★★★

Birazdan koltuğunun başına gelecek, sol eliyle sol kolçağa tutunacak, sağ eliyle bastonuna yüklenerek kendini öylece bırakacaktı.

Sol kolunu kolçağın üstüne yerleştirip, sağ kolunu kucağında tutacaktı.

En üstündeki fiyakalı yeleğinin sağ cebindeki küçük siyah deri kesesinin ağzını açacak, özenle katladığı paraları elini öpen küçük torunlara harçlık olarak dağıtacaktı. El öpüp harçlık almaya gelen minik torunlara bakan gözleri ışıl ışıl parlayacaktı.

Biraz önce benliğini saran hüzünden eser kalmayacak, içi neşeyle dolacaktı.

İçinden “iyi ki okutmuşum hepsini” diyerek, çocuklarını kız erkek ayırmadan öğretmen okuluna gönderdiği için mutlu hissedecekti.

Bu sayede torunlar ve onların çocukları kendisinin ve çocuklarının çektiği çileli yoksulluğu yaşamamıştı.

Yaşlandıkça pamuk gibi beyazlaşan, hatta gül pembesine çalan yüzünde gün boyu asılı kalan o gülümsemeyle, ağzında “gurban olem ben size” cümlesi birleşecek ve uzun ömrüne neşe dolu bir bayram günü daha eklenecekti.

O büyük sofrada herkese söz yetiştirmeye çalışırken, gelinlerini çekiştirirken, küçük torunlarının parlak uzun saçlarına dokunurken, 90’dan fazla yılın bütün çileli günlerini unutacaktı.

Günün sonunda, veda zamanı geldiğinde neşesi de çocuklarla birlikte gidecek, yeniden hüzünlenecekti ve herkesi yolcu ettiği o eşikten dönerken, solda kalan salon kapısından, köşedeki o koltuğa bakıp, üzerinde birkaç bayram daha geçirebilmeyi dileyecekti.

Sonra, üzüntüsünü içine atıp, yine ağır aksak adımlarla küçük odasına dönecekti.

Salondaki koltuğu ise sonunda o ağır hüzne miras kalacaktı.

★★★

Sahibi göç ettiğinden bu yana boş kalan bu koltuğa “hüzün koltuğu” diyorum ben.

Sizin evinizde de o koltuktan var mı?

Dilerim vardır.

Zira, kim olursanız olun: İster milyarder bir iş insanı, ister Cumhurbaşkanı...

Altın yaldızlı, şatafatlı makam koltukları gelip geçiyor, baki kalan o hüzün koltuğu oluyor.

Bir kez daha, kalabalık yemek masalarında kutlanan, neşeyle, mutlulukla dolu nice bayramlar diliyorum.

(Not: Bu yazıyı Bayram günü yazmış, kısa bir özetini İnstagram hesabımda - instagram.com/deniz_zeyrek - yayınlamıştım.)