Bugün 40 yıl öncesine gidip, kendimi bir buğday tarlasında hayal ediyorum.

Gökyüzü alabildiğine mavi, tarlalar altın sarısı.

Bulutlar Van Gogh resimlerindeki gibi sarıp sarmalıyor gökyüzünü.

İki yanıma saldığım ellerim, belime varan başakların arasında süzülüyor, başakların üzerindeki dikenler, masaj yaparcasına avuç içlerime çarpıyor.

Attığım her adımda, başakların ve kurumuş buğday saplarının çıkardığı o hışırtılı sesi duyuyorum.

Tam dalıp gitmişken önümden büyük panikle havalanan bıldırcının kanat sesleriyle irkiliyorum.

Çocuk aklımla bıldırcının peşinden koşasım geliyor ama ellerimle attığım tohumlardan fırlayan bu başaklara kıyamıyorum.

Bir başak alıp avcumun içinde ovalıyorum. Buğday taneleri tek tek ayrılıyor avcumun içinde. Hepsini tek tek sayıyorum. Birini dişlerimin arasına alıp hasat zamanı gelip gelmediğine bakıyorum. Eve döndüğümde dedeme rapor vereceğim çünkü: Zamanı gelmiş!

Biçin, bulun yapma, at arabasıyla taşıma, patos/harman ve en çok da değirmen aşamaları gözümde canlanıyor.

Kendimi bir su değirmeninde buluyorum.

Son Malakan Vaso Dayı’nın değirmeni...

Ne muhteşem bir yer.

Söğüt ve huş ağaçlarının çevrelediği yeşillikler arasında taştan bir bina.

Dereden gelen su, duvarın kenarındaki devasa ahşaptan çarkın üzerine dökülüyor.

Çark hep aynı ritimle dönüyor.

At arabasından omuzladığım buğday çuvallarıyla binanın içine adım attığım an, dışarıdaki o güzel ses, yerini çarkların ve birbirine sürtünen taşların gürültüsüne bırakıyor.

Ancak ben sese değil iki devasa kayanın arasından çuvala akan taze unun muhteşem kokusuna odaklanıyorum.

Dayanamayıp buğday çuvalını yukarda bırakıp, aşağıdaki o un çuvalının başına koşuyorum. Avcumu unla doldurup sıcaklığını hissediyor, kokusunu içime çekiyorum. Saçlarıma, yüzümüze bulaşmış, umurumda mı?

Birazdan çuvallara bizim un dolacak.

Ali Rıza Dedem gelecek, bir avuç un alacak, parmağıyla rengine bakacak. Peşi sıra unlu ellerini saçlarımda dolaştırıp, “Aferin çitlembik... Maşallah un kar gibi beyaz. Nenen çok beğenecek” diyecek.

Elbette beğenecek nenem. Sadece beyaz değil, aynı zamanda buram buram emek kokuyor. Beğenmekle kalmayacak, tandırda muhteşem bembeyaz lavaşlar pişirecek. Mahallenin genç kızlarıyla birlikte imece usulü yoğuracağı hamurla, erişte kesecek, eriştelerini harmana astığı iplerde kurutacak.

★★★

Görüyorsunuz değil mi? Hayal gücüm ne kadar kıt!

Pazar pazar gide gide Kars platosunda bir buğday tarlasına, oradan da Vaso Dayı’nın su değirmenine ancak gidebildim. Oysa ileri görüşlü yöneticilerin, bakanların yönettiği bir ülkenin vatandaşı olarak daha yaratıcı olabilmeliyim!

Baksanıza Tarım ve Orman Bakanımız Vahit Kirişçi’nin vizyonuna...

Ben ancak Kars’taki buğday tarlalarına gidebiliyorum. O uçakla 15 saate gidilebilen Venezuela’da buğday yetiştirip Türkiye’ye getirmeyi hayal edebiliyor. Bu vizyonla bugün Venezuela’da yarın uzayda yetiştirir buğdayı!

Bizim hiç toprağımız yok ya...

783.5 bin km2 toprağımızda buğday tarlası kalmamış ya...

Ne diyor Sayın Kirişçi? Venezuela’nın toprağına çok ihtiyacımız varmış.

Size bazı rakamlar vereyim de gülün:

Venezuela bir petrol devi. Dünyanın en fazla petrol rezervi olan ülkelerinden biri. Kahve kakao üretiminde ve ihracatında da dünyada önemli bir yeri var. Gelin görün ki popülist yöneticileri yüzünden hiperenflasyon yaşıyorlar. İşsizlik, hayat pahalılığı almış başını gitmiş. En temel ürünlerde kıtlık yaşanıyor. Hükümet, halkını doyurmak için tahıl tüketimini yüzde 5 artırmaya karar vermiş. Bu yüzden geçen yıl un ve makarna ithalatını yüzde 16 artırmışlar ve Türkiye’nin en iyi makarna müşterilerinden birine dönüşmüşler. 1 kg yerli Venezuela makarnası 1 dolarken, Türkiye’den 70 sente makarna alıyorlarmış.

★★★

Çiftçimiz, uçsuz bucaksız tarım arazilerini tohumsuzluktan, gübresizlikten, susuzluktan, mazotsuzluktan boş bırakırken Venezuela’ya kim gider ki buğday üretmeye?

Sanıyor musunuz ki sorun toprakta?

Sorun zihniyette!

Buldukları çözüme bakın: Türkiye’de üretimi bitir. Venezuela’dan ithal et!

Tıpkı şeker gibi.

Şeker fabrikalarını, en büyük şeker ithalatçısına satan bir iktidardan daha nasıl bir çözüm beklenebilirdi ki?

Yeterki onlardan olan birileri para kazansın. Ülke yoksullaşsa, yoksun hale gelse de mühim değil!