Sevgili okurlarım, Kafkas cephesinde uğradığımız büyük hezimetin tam da 107. yıldönümündeyiz.

Birinci Dünya Savaşı bütün hızıyla sürüyordu. Türk ordusu 1915 yılı ocak ayında gerçek bir hezimete uğramış, 90 bin askerimiz Enver Paşa’nın Kafkasya’yı ele geçirme hayali uğruna dağ başlarında donarak şehit olmuştu. Sadece bu değil, ordumuzda korkunç bir tifüs salgını da yaşanıyordu. Bitlerden geçen bu öldürücü salgın da on binlerce Mehmetçiğin can vermesiyle sonuçlanmıştı.

Kafkas gazisi Vasfi Cindoruk’la yıllar öncesinde bir söyleşi yapmıştım. Bu söyleşi artık piyasada bulunmayan “Unutulmayan Söyleşiler. Tarihe Düşülen Notlar” isimli kitabımda yer almıştı.

Rahmetli Vasfi Bey Hüsamettin Cindoruk’un babası, benim de halamın kocası idi. 20 yaşında iken askere alınmıştı. O cepheden bu cepheye koşturmuş, bir gözü tifüs nedeniyle sakat kalmış, Enver’in imzasıyla Harp Madalyası almıştı.

İşin ilginç yanı, 3. Ordu Komutanlığına getirilen Hafız Hakkı Paşa da Doğu cephesinde tifüsten can vermişti.

Bu söyleşiyi yaptığımızda Cindoruk 91 yaşında idi ve kafası pırıl pırıldı. 95 yaşında vefat etti.

İşte size (özetlediğim) o ilginç söyleşinin bir bölümü.

★★★

- Emin Çölaşan: Sayın Cindoruk, siz o acımasız cephelerde savaşmış ve gazi olmuş bir insansınız. Hayatınız aslında kitap konusudur ama ben bu kısa konuşmamızda hayatınızın hiç değilse küçücük bir kesitini ele almak istiyorum. Sizden özellikle Doğu Anadolu dağlarında savaşan ordularımızın başına gelenleri ve bu arada sizin yaşadıklarınızı öğrenmek istiyorum. Siz ne zaman askere alındınız?

- Vasfi Cindoruk: Ben 20 yaşımda askere alındım. O zaman Darülfünun’a (Üniversite’ye) bağlı Yüksek Harita Mektebi’nde okuyordum. İlk önce Yakacık’taki talimgâha alındık ve burada askerlik eğitimi görmeye başladık.

- Yakacık talimgâhı, herhalde bugünkü yedek subay okulları gibi bir yerdi, değil mi? Şartlarınız nasıldı?

- O zaman biliyorsunuz Almanlarla müttefiktik. Başımızda da Türk ve Alman subaylar vardı ama Almanları genellikle sevmezdik. Hatta bir gün Herr Rabe adlı Kaymakam (Yarbay) rütbesindeki bir Alman subay, bizi içtimada topladı ve bir şeye kızmış olmalı ki, “Eşekler” diye bağırdı. Bütün talimgâh da sanki anlaşmış gibi hep bir ağızdan kendisine “Eşek sensin” diye bağırdı. Neticede bazı arkadaşlarımız isyan teşvikçisi olarak tutuklandı. Yani çok sevmezdik Alman subaylarını...

- Talimgâhta ne yiyip içerdiniz, o kadar cephede savaşan devlet, sizleri nasıl beslerdi?

- Yemeklerimizi sorarsanız, Allah bu durumu bizim memleketimize değil, düşmanlarımıza bile göstermesin derim. Sabahları üzerinde ince bir yağ tabakası olan çay gelirdi karavana içinde. Adam başına bir bardak düşerdi. Karavanalar hiç yıkanmadığı için böyle yağlı olurdu. Biz birkaç dilim ekmekle bunu içerdik. Adını da “Kestane suyu” koymuştuk.

- Sabah kahvaltısı sadece bu mu?

- Sadece bu... Tabii parası olanlar dışarıdan ekmek peynir falan alırdı. Öğle ve akşam yemeklerinde kapuska veya bakla çorbası verilirdi. Gerçi bu baklanın içine arada sırada et koyarlardı ama suyu çok boldu. Üzerinde bakla böcekleri ve kurtlar yüzerdi. Onun için ‘bakla çorbası’ derdik. Haftada bir etli kuru fasulye olurdu. O gün ziyafet günüydü. Bazen de öğle yemeği olarak zeytin ekmek verilirdi

- Kaç günde ulaştınız doğu cephesine...

- Onu şimdi anlatacağım... Tam 57 gün sürdü... İstanbul’dan trenle Ulukışla’ya kadar geldik... Çünkü demiryolu orada bitiyor. Fakat tren öyle bir tren ki, o zaman memlekette kömür bulunamadığı için, lokomotif mecburen odun yakıyor. Biz de her yerde çalı çırpı toplayıp lokomotife taşıyoruz... Veya geçtiğimiz her yerdeki tahta perdeleri, çitleri, yanacak her şeyi toplayıp lokomotife atıyoruz. Ama bizden önce de bir sürü böyle kafileler gelip geçtiği için, yol boyunca yakacak kalmamış ki... Zaten çoğu zaman biz trenden daha hızlı yürüyebiliyorduk, işte böylece 15-20 günde Ulukışla’ya gelebildik bu trenle. Oradan yürüyüşe başladık.

- Gerekli eşyaları da sizler mi taşıyorsunuz?

- Hafif eşyaları araba ile nakliye kolları taşıyor. Ağır olanlar Ulukışla’da kamyonlara yüklendi. Bu kamyonları, öbür müttefikimiz olan Avusturya hükümeti göndermiş. Ben hayatımda ilk defa orada kamyon gördüm... Bu arada birliklerinden kaçan iki er yakalandı. Alay komutanı bütün alayı harp durumuna getirerek bir nutuk verdi ve bu ikisini telgraf direklerine bağlatıp kurşuna dizdirdi. Ondan sonra da Harp Divanını toplayıp idam kararını imza ettiler. Neyse işte, daha sonra kuzeye doğru vurup dört günlük bir yürüyüşten sonra Palu’ya ulaştık. Birkaç günlük daha yürüyüşten sonra cephemize vardık. Böylece tam 57 gün geçmiş oldu.

- Sizin cephe tam olarak neresi oluyordu?

- O zamanki adıyla “Kârir”, bugünkü adıyla “Şerafettin” dağlarının tepesi... Mevzilendiğimiz yer denizden 2500-3000 metre yükseklikte... Biz gerçi Rusların karşısında mevzilendik ama bir de Ermeni olayı var... Onlar da ordumuzu arkadan vuruyor.

- Hangi mevsimde girdiniz mevzilere?

- Biz cepheye varır varmaz kış bastırdı. Önce toz halinde kar yağıyordu. Sonra kar insan boyu oldu. Korkunç bir soğuk vardı. Aslında Ruslarla benim orada bulunduğum sürede çok az çatışma oldu. Bir defa biz saldırdık.

- O niçin?

- Onlar da bizim karşımızdaki dağlarda mevzilenmişler ama hava şartları savaşacak gibi değil ki. Ama onların şartları bize göre çok daha iyi olduğu için bizim çektiğimiz ıstırabın binde birini bile çekmiyorlar. Bunu da aldığımız esirlerden öğreniyorduk. O iklim şartlarında askerimizin ayağında sadece çarık vardı. O kadar çok askerimiz donarak şehit oldu ki... O kadar çok askerin ayağı kesildi ki... Aramızdan bir dere geçerdi. Yani dere Ruslarla bizim mevzilerin arasında. İki taraf da birbirini kontrol etmek için aşağıya, derenin oraya keşif kolları çıkarırdı. Bütün askerlerimiz bu en tehlikeli görevi almak için bize yalvarırlardı “Ne olur oraya beni yolla” diye... Çünkü aşağıda bir çatışmaya girip de bir düşman askerini öldürürse, ayağındaki çizmeyi, kaputu, kürkünü alacak... Veya cebinden çıkan şekeri, çikolatayı, yiyecekleri alacak... Başka çaresi yoktu askerimizin. İşte bu şartlar altında Kafkas cephesinde tabur yaveri olarak görev yaptım.

- Bütün şartlar çok mu kötüydü?

- Doğu Anadolu’nun bir dağ tepesini kış aylarının ortasında bir düşün. Bunun üzerine doğru dürüst giyecek bir şeyi, ayağına giyecek postalı bile olmayan, doğru dürüst silahı bile bulunmayan bir orduyu ekle. Tabii o zamanlarda bizim yanımızda termometre falan gibi şeyler yoktu ama tükürdüğümüz zaman hemen donardı. Soğuktan gözümüzden yaş gelirdi ve bu yaşlar daha göz pınarımızdan çıkar çıkmaz donardı. Burnumuzun içi, ciğerlerimize kadar donardı. Tabii bu şartlarda askerlik de aksıyordu. Bütün subaylar, gücümüzü asker hiç değilse donmasın diye harcıyorduk ama ne yapsın zavallılar! Üst baş yok ki...

YARIN: ENVER PAŞA “KIŞI MURAT OVASI’NDA GEÇİRELİM” TEKLİFİNİ HANGİ GEREKÇEYLE REDDETTİ?