Sevgili okurlarım, Kafkas gazisi Vasfi Cindoruk’un, 90 bin askerimizin dağ başlarında nasıl donarak öldüğünü anlattığı söyleşimizin ilk bölümünü dün okudunuz. Bugünkü bölümde 107 yıl önceki hezimetin hangi şartlarda gerçekleştiğini aktaracağız.

■ Emin Çölaşan: Nasıldı efendim askerimizin üstü başı?

■ Vasfi Cindoruk: Tam bir felâketti. Eğer biz o cephede yenildiysek düşmana değil, kara kışa ve tifüse yenildik. Askerin çoğunun ayağında sadece deriden bir çarık vardı. Elbiseler de Almanya’dan gelmiş yazlık elbiselerdi. Ayakkabı, çizme diye bir şey yoktu. Üzerlerimizde bir tek kaput vardı. Bunları da zaten bitlenme yüzünden güçlükle giyebiliyorduk.

■ Subayların ayakkabısı nasıldı?

■ Bizim iyiydi ayakkabılarımız. Ama ben zavallı askere acıyordum. O çarıklarla o karların içinde yaşamak kolay mı? Feci bir şeydi o... Yani bu insafsız insanlar... Hâlâ hatırladıkça içim eziliyor, içim... Onun için Enver Paşa’yı çok suçlarım ben... Ve kaçıyordu askerler o şartlar altında. Ama bunları da Ermeniler ve Kürtler öldürürdü pusu kurup. Sırf silahlarını almak için. Çok acı olaylar yaşandı o dağların tepelerinde. Hele karakış bastırdıktan sonra...

■ İstanbul’daki devlet yönetimi bu şartları bilmiyor muydu?

■ Biz cephede iken Enver Paşa teftişe geldi. Kar insan boyunu geçmiş. Bizim 3. Ordu Komutanı İzzet Paşa Enver Paşa’ya dedi ki, “Paşam, Ruslar kış geçinceye kadar Pasinler ovasına çekildiler. Karşımızda sadece küçük müfrezeler bıraktılar. Siz de emrederseniz ordumuzu Murat vadisine çekelim ve kışı orada geçirelim. Bu havada buralarda savaşmak mümkün değildir. Hiç değilse askeri boşuna kırdırmayalım...” Bunun üzerine Enver Paşa dedi ki: “Siz bilmezsiniz Paşam... Ruslar koyun postuna bürünüp gelirler ve bütün buraları işgal ederler. Ondan sonra da vatan elden gider.” İzzet Paşa bu cevap üzerine susmak zorunda kaldı. İşte böylece ordularımız mahvoldu.

■ Askerin nöbet işi nasıl oluyordu o soğukta?

■ Nöbetleri 15 dakikaya indirmiştik... Çift nöbetçi çıkarıyorduk. Ancak eksi 20-30 derecedeki o soğuklarda çok askerimiz donup öldü.

■ Peki o kış günlerinde, o dağ başlarında nasıl barınıyordunuz? Yani nerede nasıl yatıp kalkıyordunuz?

■ Her manga kendisi için bir zeminlik kazıyordu. Yani mağara gibi, toprağı oyup içine giriyorsun içeriye doğru. İçine 10-15 kişinin sığabileceği ince, uzun bir oyuk. Buna zeminlik denirdi.

■ Her tarafı kapalı mı bu zeminliklerin?

■ Bir tek kapısı açık... Oraya da bulabilirsek bir çadır bezi asıyorduk. Çadır bezi, karın içeriye girmesini biraz önlüyor. Soğuğu önlemez.

■ Yatak gibi şeyler var mı içeride?

■ Ne arar yavrum... Biz orada kaç ay, yatağın ne olduğunu ancak rüyamızda gördük. Herkes kaputunu serip toprağın üzerinde yatıyor. Başka ne yapacaksın ki? Vücutlar birbiri ısıtıyor... Veya nefesle ısınmaya çalışıyorsun.

■ Soba falan da yok tabii...

■ Yok... Eğer bulabilirsek, bazen odun veya çalı çırpı yakıyorduk. Tabii çok duman oluyor ama donmaktansa dumana razı oluyor insan.

■ Bu şartlarda yıkanma, temizlik nasıl oluyordu?

■ Haaa... O da gayet zordu. Dışarıdan kar getiriyoruz. Bu karı bir karavana kazanına koyup, eğer yakacak çalı çırpı bulabilmişsek biraz eritiyoruz ve bu suyla da ancak elimizi yüzümüzü yıkayabiliyoruz. Başka temizlik yok. Sıcak suyu aylarca görmedik. Vücudumuz aylarca sıcak su görmedi.

■ EÇ- Peki, bütün gününüz dağların tepesindeki bu zeminliklerde mi geçiyordu?

■ Bir vazife verilmedikçe orada koyun koyuna bekliyorduk. Çünkü dışarıdaki soğuk çıkılacak gibi değil. Zaten bitlenme de böyle yayıldı ve arttı, pislik ve şartların kötülüğü yüzünden. Orada ordularımızı soğuk dışında mahveden ikinci unsur da tifüstür. Biliyorsunuz tifüs bitlerden geçen öldürücü bir hastalıktır.

■ Bitlenme nasıl oluyor?

■ Biti asker getiriyordu. Nereden getiriyorsa getiriyor. O zaman memleketimizde zaten çok yaygındı. Artık o zeminlikte bit herkese geçiyor. Korunmak mümkün değil. Bu bitleri ayıklamanın imkânı yoktu. Düşünün ki ben, o soğukta ceketimi çıkarmak zorunda kaldım. O kadar çok... Tasavvur edilecek bir şey değildir. Ceketinin bir tarafını şöyle bir sıvazladın mı, yüzlercesi yere dökülürdü. Ama bitecek gibi değil ki meretler. Nasıl kaşındırır ve rahatsız eder insanı... Çıldırırsınız.

■ Ne yiyip içerdiniz o şartlarda?

■ O konu da feci bir şeydir. Bize cephe gerisinden gönderilen 27 bin baş hayvan soğuktan donarak öldü ve cepheye ulaşmadı. Onun üzerine, çevrede ne kadar un varsa askeriye hepsine el koydu. Herkese günde yüz gram un veriliyordu. Hepsi bu. Zeminlikte ateş yaktığımız zaman üzerine ince bir sac koyuyorduk ve unu kar suyu ile ısıtıp pide yapıyorduk.

■ Subaylara da aynı şey mi veriliyordu?

■ Hiç fark yoktu. Askerle aynı şeyi yedik.

■ Subaylara arada sırada et falan verilir miydi?

■ Hiç verilmedi... Ama o donarak ölen 27 bin baş hayvan cepheye ulaşsaydı, onlardan kavurma yapılacaktı. Bizi epey idare ederdi.

■ Cepheye ulaşım nasıl sağlanıyordu?

■ Develerle yapılıyordu. Hâlbuki biz deveyi sıcak iklim hayvanı olarak biliriz, değil mi? O soğukta develer atlardan da katırlardan da daha çok dayandı.

■ Sonra siz de tifüse yakalandınız, değil mi?

■ Evet... Demin de söylediğim gibi tifüs, bitten geçen bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık. Bunun diğer adı da lekeli humma... O zaman bunun tedavisi yok. Önce şiddetli mide bulantısıyla başlıyor. Sonra da ateşiniz yükseliyor. Bende de öyle oldu... Ama ateşim önce yüksek değildi. Mesela 38 falan... Dağda bizim mevzilerde doktor yoktu. Bir eczacı vardı. Eczacı, durumu kumandana söylemiş. Bana bir asker verdiler. Yürüyerek dağın aşağısına indik. Bizim fırkanın atları dağın aşağısında. Biraz daha sıcak olsun diye oralarda dağı oyup ahır kurmuşlar. Hayvanların yiyeceği bize göre daha boldu. Düşünün ki o şartlar altında bazen bir hayvanın kıymeti, cephedeki bir askerden daha fazla olabiliyordu. Neyse, ben o askerle birlikte ata binip Lice’ye doğru yola çıktım.

■ Lice’de ne var?

■ Orada bir taş mektep binası varmış. Askeri hastane yapmışlar. Korkunç bir kış var. Önce dağdan Çapakçur’a (Bingöl) indik. Hayvan sırtında iki günde Çapakçur’a ulaştık. Oradan devam edip Murat suyunu geçtik. 0 soğukta Murat’ı derin olmayan bir geçitten elbiseyle geçtim, iki gün daha gidip Lice asker hastanesine vardık. Oraya benden önce tifüsten iki askeri doktor gelmiş. Biri Yüzbaşı Nail Bey’di... Öbürü Musevi, ama adını unuttum. İkisi de ölmüşler. Ben oraya vardığımda, birkaç genç subay daha vardı tifüsten gelen... Hepsi gözümüzün önünde gittiler. Hastanenin başhekimi de benden sonra tifüsten vefat etmiş.

■ O zaman azınlıklar askere alınır mıydı? Askeri doktorun Musevi olduğunu söylediniz de...

■ İhtiyaç duyulan meslek sahipleri alınırdı. Mesela o zaman Türk doktor çok azdı. Azınlık doktorlar askere alınırdı... Lice hastanesinin başhekimi, Jak Efendi adında bir Musevi idi... Beni tedavi eden doktor binbaşı da Ermeni idi... Ama adını unuttum... İşte ben bu asker hastanesinde iki ay yatmışım...

Yatmışım dediğinize göre, yattığınızı hatırlamıyor musunuz?

■ Sadece hastaneye vardığımızı, bir de son günleri hatırlıyorum. Oraya varır varmaz kendimi kaybetmişim. Beni oraya getiren asker de benimle kalıyor. Bir gece kalkıp hastanenin merdivenlerini inmişim ve dışarıdaki karların üzerine yatmışım. O sıralarda ateşim sürekli 40-41 derece imiş. Karların üzerinde birkaç saat yattıktan sonra askerim beni bulmuş ve kaldırmış. Böylece ateşim biraz düşmüş ve ölümden kurtulmuşum. Hatta bunu bana sonra anlattıkları zaman inanmadım. Fakat baktım ki oraya tifüsten gelen herkes ölüyor, bilmeden yaptığım o işin beni kurtardığına inandım. Allah’ın büyüklüğü tabii...

■ En çok tifüs mü vardı bulaşıcı hastalık olarak?

■ Hastalık olarak en çok tifüs kırdı ordumuzu... Bir de donarak ve soğuktan ölümler. Yani o iki üç yıl içerisinde Türk ordularını Doğu cephesinde sorumsuzluk, soğuk ve tifüs mağlup etmiştir. Yüz bin kadar vatan evlâdı sırf bizim cephede böyle şehit düştü. Tarih kitapları da bunu yazar zaten... İşte yavrum, bizim fırka (tümen) Doğu cephesine tam 17 bin kişi gitmişti. Dönüşte ise sadece iki bin kişi idik... Özellikle soğuk ve tifüs, sadece bizim fırkadan 15 bin asker ve subayı götürmüştü. Boşu boşuna gitti onca insan. Şimdi o günleri düşündüğüm zaman bile hâlâ içim ürperir, bir tuhaf olurum... Ne olup bittiğini bir türlü anlayamam ve onun için rahmetli Enver Paşa’yı çok suçlarım. Hepsine Allah rahmet eylesin.