Instagram hesabıma (damakcatlatan) ne zaman ızgara köfte veya döner fotoğrafı koysam, bir çok eleştiri okuna hedef oluyorum.

Neymiş efendim, köftenin veya etin üstünde yanık kısımlar varmış, bunlar kansere neden olurmuş. Onun için o mekana gitmemek lazımmış!

Bu takipçilerim fotoğrafı hangi koşullar altında çektiğimi bilmiyorlar? Işık yeterli mi değil mi? Hangi açıdan çektim? Fotoğraf makinesinin hassasiyeti nasıldır?

Daha bir çok soru.

Aslında onların yanık dedikleri, iyice kızarmış görüntü. Ustanın suçu yok. Ben dönerin iyi kızarmış yerini tercih ederim. Eti de öyle çiğe yakın yiyemem. Tüm eleştirileri göğüsleyip, iyi pişmiş isterim!

Aslında başta Teksas olmak üzere, Amerika’da bir çok yerde tütsülenmiş et çok rağbet görür. Türkiye’de de bu tütsüleme işi yayılmaya başladı.

Bu şekilde pişirilmiş etin üstünde kalın, siyah bir kabuk oluşur. Kabuğun içindeki et ise sulu ve yumuşacıktır. Tıpkı bizim tandırda pişen etler gibi.

Bir çok kişi etle beraber o siyah, çıtır kabuğu da isterler. Köftemin üstünde, siyah, yanmış nokta arayan takipçilerim, isten simsiyah olmuş o kabuğu görseler, kaçacak yer ararlar sanırım.

Baharat karışımıyla oluşmuş kabuk, gerçekten lezzetlidir ama benim de tercihim değildir.

Bunları yazarak eti aklamak istemiyorum. Etin, hem çevreye hem de insan sağlığına zararlı etkilerini biliyorum. İçindeki yağın, taşıdığı virüslerin, ilaç kalıntılarının farkındayım. Bu nedenle et tüketimimi en aza indirdim.

Öyleyse tavuğa mı rağbet edelim. Yumurtadan çıktıktan en fazla 45 gün içinde büyüyüp, soframıza konan tavuğun etinin içerdiği kimyasallar, antibiyotikler hepimizin malumu! Çiftlik tavukları adeta bir bomba!  

Peki “Gezgin Tavuklar”a ne demeli? Paketin içindeki çırılçıplak tavuğun serbest büyüdüğü ne malum? Gerçekten de yürüdüyse, nerede yürüdü, ne yedi? Solucanlar, kanalizasyon artıkları, sığır dışkıları!..

Tavuğun da çok masum olduğunu söylemek zor.

Balığa ne dersiniz?

Bütün dünyadaki denizlerin durumu malum. Mazotundan, idrarına, dışkısına her şey mevcut. Antarktika sularında bile mikroplastiğe rastlanmış.

Bizim denizlerimizin temizliği ise içler acısı. Büyük balık yerseniz, bu pislikleri, mikroplastikleri, ağır madenleri, civayı da vücudunuza sokmuş olacaksınız. Çiftlik balıkları da masum değil. Hem deniz suyundaki zehirler, hem de verilen kimyasal yüklü yemler onları da zararlılar arasına sokuyor.

İlla ki balık diyorsanız, bari küçük balıkları tercih edin. Onlar daha az zararlı içeriyorlar.

Vejeteryanların bıyık altından sinsi sinsi gülümsediklerini hissediyorum!

Hepsi, “geldiniz mi bizim kulübe sonunda” der gibiler.

Maalesef sebzeler de masum değil.

Hatta en zararlılarının onlar olduğunu söyleyebilirim.

Şöyle ki, bu yılın ilk iki ayında, sadece AB ülkelerine gönderilen 108 parti sebze-meyve,  tarım zehiri veya kansorejen küfler içerdiği için Türkiye’ye iade edildi.

İade edilen bazı sebze ve meyvelerde, Naziler tarafından sinir gazı olarak üretilen “Chlorpyrifos” adlı tarım zehiri bile bulundu.

İade edilen bu sebze-meyveler ne oldu?

Çöpe mi atıldı?

Bu sorunun yanıtının “hayır” olduğunu hepimiz biliyoruz.

Tabii ki pazarlar, manavlar, marketler aracığı ile sofralarımıza geldi. Biz de onları afiyetle yedik. Sonra da sağlıklı beslendik diye caka sattık.

Geriye sürüngenler, böcekler kalıyor. Onlar henüz beslenme listemizde olmadığı için, gerekli incelemeleri yapmadık. 

Belki de en temizi onlardır. Kimbilir?

Altı sakal, üstü bıyık!

Neye el atsak, kirli, zehirli, zararlı.

Peki o zaman, nasıl besleneceğiz!

Enseyi karartmayın!

Biraz ondan, biraz bundan! Beslenmeyi takıntı haline getirirseniz, onun getireceği stres, sizi daha çok hasta edecektir!