Toplumda şiddetin artış göstermesindeki en büyük nedenlerden birinin ‘yönetenlerin dili’ndeki hakarete varan, şiddet içeren söylemler olduğuna işaret eden Saraç, “Ülkedeki siyasetçiler sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmeli. İçinde bulundukları topluma örnek olmalılar” dedi.

İstiklal Caddesi’ndeki terör olayında hayatını kaybeden vatandaşlarımıza, Irak’ın kuzeyine yapılan Pençe-Kilit Operasyonu’nda verdiğimiz şehitlerimize üzülürken diğer tarafta ortaya görülmemiş vahşet olayları çıktı. Konya Belediyesi Barınağı’nda, Mamak Barınağı’nda belediyelerin sorumluluğundaki hayvanlara yapılanlar toplumu ayağa kaldırdı. Kadınlara şiddet, çocuklara şiddet, hayvanlara şiddet, Meclis’te şiddet, sokakta şiddet, sosyal medyada tehditler, kısacası bu ülkede sanki şiddet duymadan yaşamak vatandaşlara haram oldu. Bugün Türkiye’de tepeden başlayıp her alana yayılan bu olayları, Sansür Yasası’nı, siyasi hakaret davalarını ve birçok başka konuyu 56 bin 944 üyesiyle “dünyanın en büyük barosu” olan İstanbul Barosu’nun 144 yıldır ilk kadın başkanı seçilen ve görüşlerini merak ettiğimiz Avukat Sayın Filiz Saraç’la konuştum. Açıklamalarını ben büyük bir ilgiyle dinledim, sizlerin de açıklamalarını ilgiyle okuyacağınıza inanıyorum.

■ Sayın Saraç, önce sizi bir kez daha kutluyorum, başarınızla gurur duyduk. İlk sorum;  İstanbul Barosu’nun 144 yıl neden hiç kadın başkanı olamadı, neden ancak 2022’de bir kadın bunu başarabildi?

Benim seçimde söylemlerimden biri buydu; “Baro hak mücadelesi vermiş, İstanbul Barosu da 144 yıllık tarihi boyunca bu mücadelesiyle tanınmış bir meslek örgütü. Hem bunu söyleyip hem de temel bir hak olan eşitlik konusunda hiçbir kadın başkan çıkarmaması temel haklarla ilgili duruşuyla çelişiyor” dedim ve tabii ki Baro’da yıllardır verdiğimiz bir emek de var, bu emeği de takdir ettiler ve oy verdiler. Bir de şu an İstanbul Barosu’nda kadın avukat sayısı erkek avukat sayısından fazla.

■ Evet, kadın hukukçuların sayısının erkekleri geçmiş olması gerçekten bir gurur ancak neredeyse 1,5 yüzyıl içinde hiçbir başarılı kadın avukatın başkanlığı kazanmamış olması da her şeye rağmen “en adil olması gereken” barolarda şaşırtıcı değil mi?

Sanırım toplumdaki ve hatta dünyadaki “kadınların lider olmasında, başkan olmasında, yönetim kademelerine gelmesindeki sorunlar bütün kurum ve kuruluşlara sirayet ediyor. İstanbul Barosu kadın haklarıyla da ilgili mücadele veren bir baro, yıllardan beri yönetim kadrolarında çalışan kadınlar var ama dediğim gibi kadınların lider olmasındaki sorunları aşmak bütün kurumlarda zaman alabiliyor. Bu sene Türkiye’deki barolarda geçen dönemlere göre kadın baro başkan sayısı daha fazla; 13 kadın baro başkanı var.

TOPLUMU YÖNETMEK İDDİASINDA OLANLAR, HAKARET VE ŞİDDET İÇEREN SÖYLEMLER KULLANAMAZLAR!


Filiz Saraç, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Kamu Hukuku dalında yüksek lisans yaptı. 32 yıl kesintisiz olarak serbest avukatlık yapan Saraç, 6 yıl Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdi. 2004-2006 yılları arasında İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı, 2017-2021 döneminde Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapmış, bir ay önce yapılan seçimde İstanbul Barosu’nun ilk kadın başkanı seçilmiştir. Kamu Yararını Savunma Derneği kurucusu ve onursal başkanıdır.

SİYASETÇİLERİN ROL MODEL OLMA SORUMLULUKLARI VARDIR!


■ Türkiye’de şiddet olaylarının giderek azalması gerekirken hızla arttığını ve bu artışın siyasette de olduğunu görüyoruz. Rakip partiler arasında bütün kurumlarıyla bayağı şiddete dönüşen bir kavga var. Toplantılarda kavgalar, hakaretler izliyoruz. En üst düzey ülke yöneticileri parti liderlerine, milletvekillerine hakaret ediyor, davalar açılıyor. Öncelikle şiddet siyasette neden bu kadar arttı sizce?

Şiddetle mücadele topyekun bir mücadeledir, ülkede şiddetin artmasındaki nedenlerinden biri yönetenlerin dilinde de söylemlerin artık hoşgörüye dayalı değil de, hakarete varan, şiddet içeren söylemlere dönüşerek artması ve olağanlaşmasıdır. Aslında siyasetçiler, yönetenler üsluplarıyla, söylemleriyle yönettikleri topluma örnek olmak zorundadır, onlar böyle bir dil ve tavır kullandığı sürece topluma da sirayet ediyor ve olağanlaşıyor. Toplumu yönetmek iddiasında olanların toplumun iyiye gitmesi yönünde rol model olmak gibi bir sorumlulukları var, bunun da en önemli parçası şiddet yerine toplumda hoşgörüyü hakim kılmaktır, siyasetçiler sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır.

DEMOKRASİDEN NE KADAR UZAKLAŞILIRSA ŞİDDET DİLİ O KADAR ARTAR


■ Rakiplerine hakaret eden siyasetçiler gelecekle ilgili konuştukları zaman hoşgörüden, toplumu kucaklamaktan bahsediyorlar ama ertesi gün yine hakarete dönüyorlar. O zaman biz halk olarak ümitsizliğe kapılıyoruz, demek ki söylemlerle eylemler hiçbir zaman birbirini tutmayacak. Son olarak iki lider; Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener, içişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya hakaret davası açtılar. Toplum, seçime doğru ortamın daha da kötüye gitmesinden ürküyor.

Aslında demokrasiden ne kadar uzaklaşılırsa şiddet dilinde o kadar artış olur, demek ki biz demokrasiden hızla uzaklaşıyoruz, hukuk devletinden uzaklaşıyoruz. Çünkü bir hukuk devletinde itirazı olanlar bunu hukuki zeminde dile getirirler, söylemleri için şiddet dili kullanıyorlarsa, hakarete başvuruyorlarsa demokrasi ve hukuk devleti çerçevesindeki yükümlülüklerinden uzaklaşıyorlar demektir. Bunun topluma yansıması da doğal olarak son derece olumsuz olacaktır.

İstanbul’da 25 Kasım’da Taksim’e çıkmak isteyen 215 kadın gözaltına alındı

KADINA ŞİDDETLE MÜCADELE GÜNÜ “KADINA ŞİDDET” GÜNÜNE DÖNÜŞTÜ!


■ 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü” ve bu yıl yine tam da o gün Anayasal hakkını kullanarak bir gösteri yürüyüşü yapmak isteyen kadınlar polis tarafından darp edildi, ters kelepçeyle gözaltına alındı, İstanbul’da TOMİS Yöneticisi Dilbent Türker’in bacağı kırıldı. Yani şiddetle mücadele günü “kadına şiddet” gününe dönüştü. Her yıl benzer olaylar, nasıl önlenecek?

Aralarında avukat arkadaşlarımızın da bulunduğu kişiler basın açıklaması yapmak istemeleri nedeniyle gözaltına alındılar. Şiddet uygulayanlar değil de önlemek isteyenler gözaltına alınıyor. Kadınlara karşı böyle bir tavır içine girilmesi son derece büyük bir çelişki ve kabul edilemez. Sonuç itibarıyla 25 Kasım’daki söylem nedir; “Kadın cinayetleri dursun, kadına şiddet son bulsun”dur, bunu söyleyen kadınlara bu muamelenin reva görülmesini, dünyaca kabul edilmiş bir “kadına karşı şiddetle mücadele gününde” gösteri yapan kadınların ters kelepçeyle gözaltına alınmalarını açıklanamaz ve kabul edilemez buluyorum. Bir takım yaptırımlar uygulanacaksa şiddeti doğuran nedenlerle ve şiddet uygulayanlarla uğraşılmalıdır, buna “hayır” diyenlerle değil.

KADINLARA “EVDE KAL, ÇOCUK DOĞUR” ROLÜNÜN BİÇİLMESİ ONU GÜÇSÜZLEŞTİRİYOR


■ İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması da aynı kapsamda, polis Anayasal “toplantı ve gösteri yürüyüşü” hakkını kullanan kadınlara “talimatla” bunu yaparsa kadına her tür şiddet artar ve onu koruyacak sözleşme de olmayınca diğer demokratik ülkeler karışamaz. Nitekim artıyor; 2008’de 8 kadın cinayeti rakamı verilmiş, 2019’da 474 kadın, 2022’de Kasım’a kadar 327 kadın öldürülmüş, giderek azalacağına artıyor. Bunda mağdurdan yana olması gereken yargının suçlulara gereken cezayı vermemesinin etkisi yok mu?

Kadın cinayetlerinin arttığı açık, bunun sebebine baktığınız zaman; şiddetin haklısı, haksızı olamayacağına göre insanların çocukluktan itibaren şiddetin her türlüsünün kabul edilemez olduğu bilinciyle yetiştirilmesi gerekiyor, öncelikle bu bilinci veremiyoruz. İkincisi, kadının sürekli yardımcı rollerde gösterilmeye çalışılan, ekonomik olarak güçlendirilmesi, iş hayatına, toplumsal hayata katılmasını teşvik etmek yerine sürekli olarak evde oturmasını, çocuk doğurması ve bakmasını teşvik eden bir anlayış var. Bu, kadını ekonomik olarak güçsüz kılıyor ve toplumsal hayattan uzaklaştırıyor. Dolayısıyla, kadına bu rollerin biçilmesi ve güçsüz kalması da şiddetin nedenlerinden biri oluyor. Kadına karşı şiddeti önleyecek kararların etkin bir şekilde alınıp uygulanması gerekiyor. Şiddet maruz kalma ihtimali olan kadınlarla ilgili devletin koruyucu nitelikli tedbirlerini işler hale getirmesi gerekiyor, bunlar olmadığı sürece kadın kendini şiddete katlanmaya mecbur hissediyor. Oysa şiddete maruz kalması halinde ona destek verileceğini, tüm mekanizmaların anında devreye gireceğini hissetmesi gerekiyor. Kadınların katledilmesinden sonra da ceza alırken uygulanan gereksiz indirimler ve bu konuda savunmalarda sürekli “kadını sorgulatmaya” yönelik uygulamalar, cezasızlık hali kadına şiddet uygulayanları cesaretlendiriyor. Özellikle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış olması şiddet uygulayan suçluları cesaretlendirirken, kadınları da “devletin bile yanında olmadığına” dair bir düşünceye sevk ediyor, bunlar hep şiddetle mücadelede geri gidiştir.

KADINLARIN KORUNMASI İÇİN ETKİN MEKANİZMALAR GEREKİYOR!


■ Peki, bu olaylar artık değişsin diyoruz ama nasıl değişecek sizce?

Öncelikle artık toplumda siyasetçilerin şiddet dilini kaldırması gerekiyor, kadınların güçlendirilmesi ve kadın ve erkeğin eşit olduğuna dair anlayışın toplumda yerleşmesi gerekiyor. Tüm kurum ve kuruluşların birbirleriyle irtibatlı olarak şiddete karşı topyekun hareket etmesi, alınan önleyici ve koruyucu tedbirlerin etkin şekilde uygulanması gerekiyor. Özellikle “uzaklaştırma” kararlarının uygulanmasında kadınların korunmasında son derece etkin mekanizmalar olması gerekiyor. Kadın katledilmişse bununla ilgili cezanın hemen etkin soruşturmayla yerine getirilmesi ve cezalandırmanın hukuk önünde derhal verilmesi gerekiyor. Az ceza verilmesi şiddet uygulayanları cesaretlendirici nitelikte oluyor ama bence en önemlisi kadının korunmasına ilişkin tedbirlerin anında alınıp sonuna kadar takibinin yapılmasıdır. O süreçte kadının maddi olarak çocukları yönünden de ihtiyaçlarının karşılanması gerekir.

AF KARARLARININ TOPLUMUN VE MAĞDURLARIN VİCDANINI YARALAMAMASI GEREKİYOR!


■ Siyasetçilerin her seçim öncesi getirdikleri afların suçların artışına etkisi nedir?

Genel olarak suçlardaki cezasızlık hali ve sürekli olarak cezaların infazında kısa bir süre sonra verilen cezanın uygulanmaması suçlularda “Ben bu suçu işledikten sonra nasılsa kısa bir süre yatar çıkarım” güvenine sebep oluyor, bu da suçu teşvik sonucunu doğurur. Hukuk devletinde suçlar ve cezalarla ilgili konular siyasetin malzemesi olmamalıdır, bunlar seçim yatırımı malzemesi yapılacak konular değildir, uzun uzun düşünülmesi ve sonuçlarının dikkatle irdelenerek karar verilmesi, toplumun ve mağdurların vicdanını da yaralamaması gereken konulardır.

ÇOCUK İSTİSMARI EN FAZLA ÖRTBAS EDİLMEYE ÇALIŞILAN KONULARDAN BİRİ


■ Türkiye’de toplu çocuk tecavüzleri bile örtbas edildi, o zaman Türkiye çocukları nasıl koruyacak?

Çocuk ihmal ve istismarı toplumun kanayan yaralarından biri. Çocuk kendini ifade edemeyebiliyor, bu nedenle çoğu baroda özellikle çocukların korunması anlamında çocuk hakları merkezleri var, hem de CMK dediğimiz sistem içinde çocuklara avukat atamaları yapılıyor. Biz hukukçular olarak elimizden geleni yapıyoruz, bu konu toplumun da en hassas şekilde çaba göstermesi gereken alan. Aile içinde, toplumda, eğitim kurumlarında görmezden gelinmesi önlenmelidir, kabul edilemez. Çocuk istismarı en fazla örtbas edilmeye çalışılan konulardan biri, bizim çocukları korumakla ilgili hem vicdani, hem toplumsal büyük bir sorumluluğumuz var, ilk yapılması gereken şey ihmal ve istismara uğrayan çocuğun devlet tarafından korunması ve bu olayların tespitinin yapılması, asla üstünün örtülmesine izin verilmemesidir. Çocuklar bir toplumun geleceğidir.

BAROLARIN “MÜDAHİL OLMA” İSTEĞİ REDDEDİLİYOR!


Kadın cinayetleri ve çocuk istismarlarında o dosyalarda sadece barolar değil, aynı zamanda insan haklarına işlerlik kazandırmalarıyla ilgili görev ve hakları olan meslek örgütleri bu dosyalarda müdahil olmak istiyorlar, bu müdahaleler “doğrudan zarar görmedikleri” gerekçesiyle reddediliyor, oysa toplum adına ve kadının çocukların korunması adına baroların yapmış oldukları bu çalışmaların tam tersine teşvik edilmesi gerekir. Mesela birkaç gün önce  Dilara Yıldız’ın -Tuzla’da eski nişanlısı tarafından öldürülen kadın avukatın- duruşmasına Baro’dan pek çok arkadaşımız ve ben müdahil olarak katılmak istedik, izin verilmiyor, “barolar doğrudan zarar görmüyor o yüzden bu dosyalara taraf olamazsınız” deniyor ama Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı müdahil olabiliyor, yani burada direkt insan haklarını korumakla görevli olan ve hakları olan baroların katkısına destek olunması gerekirken talepleri reddediliyor, en büyük mücadeleyi bu dosyalarda katılma taleplerimiz kabul edilmediği için vermek zorunda kalıyoruz. Oysa toplum adına, vicdan adına katledilen kadınların veya istismara uğrayan ve sesini çıkaramayan çocukların haklarının savunulması kanallarının açık tutulması gerekir.

Konya Hayvan Barınağı’ndaki vahşet Türkiye’yi ayağa kaldırdı.

KONYA BARINAĞI’NDAKİ GİBİ OLAYLARDA TEK SORUMLU YOKTUR


■ Türkiye’de sadece kadın ve çocuklara şiddet değil, birkaç gün önce Konya Belediyesi Barınağı’ndaki korkunç olay, arkasından Mamak Belediyesi Barınağı’nda şiddet olaylarını duyup içeri girmek isteyenlere de uygulanan şiddet toplumu ayağa kaldırdı. Toplumda akla gelmeyecek gaddarlıkların giderek arttığını veya birileri tarafından kasten arttırıldığını mı düşünmeliyiz? Barolar hayvanların korunması konusunda ne yapabilir?

Barolarımızın hayvan hakları merkez ve komisyonları var, aynı şekilde Türkiye Barolar Birliği’nin hayvan hakları komisyonu var, belki yeterince duyulmamış olabilir ama bunlar açıklamalar yaptılar. Konya Barosu suç duyurusunda bulundu, olayın vahameti nedeniyle biz İstanbul Barosu olarak da suç duyurusunda bulunduk. Şiddet olgusu anlatılırken bir kişinin, bir çocuğun şiddete eğiliminin olup olmadığının tespiti bile hayvanlara davranışlarıyla görülebiliyor. Yani hayvana şiddet uygulayan insana da uygulayacak demektir, kaldı ki kendini ifade edemeyen, savunmasız ama duyguları olan bu canlılara yapılan davranışlar en ağır şekilde cezalandırılmalı. Nasıl bir vicdan ki bunu yapabiliyor? Bunların açığa çıkarılmasında şuna dikkat edilmeli; öncelikle suçu işleyenler hakkında gereken mutlaka yapılmalı, en ağır şekilde cezalandırılmalı ama bu olaylarda tek sorumlu yoktur, sorumlular zinciri vardır.

HANGİ İHMAL ZİNCİRİYLE OLDUĞU ORTAYA ÇIKARILMALIDIR!


■ Vahşetle anılan barınaklara halk hücum etti, gece yarılarında büyük bir tepki ortaya çıktı, burada belediye, valilik, ilgili bakanlık da sorumlu değil mi? 

Elbette, eğer barınaklarda bu olaylar yaşanıyorsa geriye doğru; denetim mekanizması var mı, bu hale gelmesine neden olan süreçlerde kimler sorumlu, eğer kamu görevlisiyse onlar hakkında soruşturmaya mutlaka izin verilip yargı önüne çıkarılmaları gerekiyor. Çünkü barınaklar hayvanların emanet edildiği yerler, buraların denetlenmesiyle ilgili tüm mekanizma gözden geçirilmek zorunda, Hayvan Hakları Yasası’ndaki cezaların da arttırılması, bu tür suçların para cezasıyla geçiştirilmesine izin verilmemesi gerekiyor. Burada ortaya çıkan zalim, kabul edemez sonucun hangi ihmal zinciriyle olduğunun ortaya çıkarılması lazım, bu sorgulamalar yapılıp da ihmaller, vurdumduymazlıklar, sorumsuzluklar ortaya çıkarılmadığı sürece kendini ifade edemeyen savunmasız canlılara karşı işlenen bu davranışlarda onların haklarını savunmak zorunda olan bizleriz, o canlılarla birlikte yaşıyoruz, korumak her bireyin görevi.

■ Bireyler üstlerine düşeni yaptılar, Mamak’ta içerden taş atılarak kafaları yarıldı, Konya’da gözaltına alındılar. Toplum verilen cezayı duymalı değil midir?

Şiddetin her türlüsü örtülmeye çalışıldığı sürece bu mücadele yapılamaz, bu konuyla yapılan her şeyin açık açık takibi sağlanmalı, takip etmek isteyen bireylere yönelik davranışların hukuk önünde hesabı sorulmadığı takdirde tabii ki yapanlar cesaret bulur. Kurumlar bu konuları örtmeye çalışmak yerine kendileri açık açık sorgulamalıdır, görevleridir bu. Bizim de bu konuya gönül vermiş avukatlarımız var, sivil toplum kuruluşları da hassasiyetle ilgileniyor.

YARGIYA GÜVEN DAHA DA HIZLA AZALMAYA BAŞLADI  


■ Seçimde hükümet değişirse bu durumların değişeceğini, suçluların hak ettiği cezayı alacağını ümit edelim mi? Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun başında Adalet Bakanı olduğu için yargı bağımsız, özgürce karar veremiyor, bu durum kolayca değişebilir mi?

Partili başkanlık sistemine geçildiği için kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine geçildi ve yargı bağımsızlığı sorunu daha da ağırlaştı, denetim mekanizması daha ağır yaralar aldı. Dolayısıyla bunların düzeltilmesi, parlamenter sisteme geçilerek bir an önce kuvvetler ayrılığı sistemi içinde yargı bağımsızlığına ilişkin sorunların da çözülmesi büyük önem taşıyor. Yargıya güven daha da hızlı azalmaya başladı, yargısına güvenilmeyen yerde toplumsal barış da olmaz, ekonomik yatırım da olmaz, sosyal, ekonomik her şekilde olumsuz sonuçlar getirir. Dolayısıyla seçimde değişiklik olması halinde ilk yapılması gereken iş yargı bağımsızlığının sağlanması, yargının güvenilir hale getirilmesidir ki buna HSK’nın başından Adalet Bakanının gitmesi de dahildir, bu uzun yıllardır vurgulanıyor. Adalet Bakanı’na bağlı HSK olmaz, hakim ve savcıların liyakat sistemine göre getirilmesi gerekir, devletin bütün organlarında sistem liyakat olmalı, hakim ve savcılarda bu çok daha büyük önem kazanıyor, çünkü hukuk devleti demokrasinin vazgeçilmezidir, yargı bağımsızlığının sağlanması da bunun temel taşlarındandır, yargıya güven olmazsa kimse kendini güvende hissetmez, uzun yıllara yayılmadan bir an önce bu sağlanmalıdır.

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLAYACAK DÜZENLEMELER DEMOKRASİYLE ÇELİŞİR


■ Bir siyasetçiye sert eleştiri yapan vatandaş gözaltına alınıyor, hakkında dava açılıyor, yakında yürürlüğe girecek olan Dezenformasyon Yasası tam bir sansür olacak, herkes tweet atarken bile korkuyor ama en ağır suçlara ceza yok. Siz bu çelişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Yürürlüğe konulmak istenen bu yasada hukuk devletinin en önemli ilkelerinden biri olan belirlilik ilkesi yok, dolayısıyla sınırları ve takdirinin ne şekilde kullanılacağı belli olmayan bir yasa söz konusu. Dolayısıyla temel hak ve özgürlükleri tehlikeye sokan bir konu, haberleşme, haber alma ve ifade özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde yapılacak düzenlemelerin kabul edilemez olduğu çok açık. Dolayısıyla ifade özgürlüğünden, temel haklardan bir geri gidişi getiriyor. Gazeteci olsun, bireyler olsun kendilerini ifade etmekte tereddütte bırakacak düzenlemeler kabul edilemez, her şeyden önce demokrasiyle çelişiyor.

■ Deneyimli bir hukukçu olarak neden siyasetçilerin giderek daha fazla hakaret yolunu seçtiğini düşünüyorsunuz? Birden bire bir bakanın milletvekillerine ya da liderlere hakaretine biz şaşırıyoruz, bu neden arttı?

Sözel şiddet de şiddetin bir türüdür, kendini açıklamak yerine bir siyaset yöntemi olarak bu kullanılıyor. Konular hakkında açıklama yapmak yerine hakaret ederek konuyu kapatmak istiyor, oysa topluma karşı bunları açıklama yükümlülükleri var. Karşılıklı fikir tartışmaları ve bu konudaki olgunluk demokrasinin göstergesidir, bu şekilde konuşuluyorsa biz demokrasiden, demokratik olgunluktan uzaklaşıyoruz demektir.

■ Balyoz-Ergenekon’da yıllarca gördük, yalancı şahitler nedeniyle birçok masum insanın hayatı karartıldı, normal davalarda her zaman görülüyor, çıkıp namusları üzerine yemin ederek yalan söylüyorlar; yalancı şahitlerin cezası nedir?

Yalancı şahitlik Türk Ceza Kanunu’nun “Adliyeye karşı suçlar” bölümündeki 272’nci maddede yazdığı gibi; mahkeme huzurunda ya da yemin ettirerek tanık dinlemeye kanunen yetkili kişi veya kurul önünde “gerçeğe aykırı olarak tanıklık yapan” kimseye 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir. Bunun tespiti halinde ya da mağdurun ayrıca suç duyurusunda bulunması halinde bunun soruşturulması gerekiyor.