Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında ülkeyi emperyalist işgalden, milleti saraydan/sultandan kurtarmayı amaçlıyordu. Atatürk, Nutuk’ta, Samsun’a çıkarken amacının “millet egemenliğine dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak” olduğunu açıklıyor.


Bugün 16 Mayıs 2022; Atatürk’ün Türk Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemek için İstanbul’dan Anadolu’ya hareket edişinin 103. yıl dönümü...  Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkarken Türkiye, tarihinin en büyük “beka sorunu”yla karşı karşıyaydı. Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sindeki ifadeleriyle söylersek; “Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet dalalet ve hatta hıyanet içindeydiler... Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüştü.

SAMSUN’A ÇIKTIĞIM GÜN GENEL DURUM VE GÖRÜNÜŞ


Atatürk, 1927’de okuduğu Nutuk’a, “1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş şöyleydi” diye başlayıp ülkenin içinde bulunduğu durumu şöyle anlatıyor:

Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu topluluk Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca millet yorgun ve yoksul bir durumda. Milleti ve ülkeyi büyük savaşa sürükleyenler, kendi hayatlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlar. Padişah ve halife olan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.”

Atatürk, sonra askeri durumdan ve işgallerden söz ediyor: “Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... Birliklerin savaşçı erleri terhis edilmiş... İtilaf devletleri ateşkes antlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da... Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmiş durumda... Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri; Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.  Her yanda yabancı devletlerin subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta... 15 Mayıs 1919’da itilaf devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor.

 Bundan başka yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin biran önce çökmesine çaba harcıyorlar...”

Bu korkunç tablo karşısında ülkenin değişik bölgelerinde işgallere karşı dağınık halde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmaya başlanıyor. Buna karşı da “milli varlığa düşman cemiyetler” kuruluyor. Bu cemiyetlerin başında İngiliz Muhipleri Cemiyeti var. Atatürk, Nutuk’ta; “Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Yeryüzü Halifesi sanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, İçişleri Bakanı Ali Kemal ve Mehmet Ali beyler ve Sait Molla bulunuyordu” diyor.

Atatürk’ün Kurtuluş Yolu


1919 koşullarında herkes kendince bir kurtuluş yolu arıyordu. O koşullarında “düşünülen kurtuluş yollarını” Atatürk, Nutuk’ta şöyle sıralıyor:

1. İngiltere koruması istemek

2. Amerikan koruması istemek

3. Bölgesel kurtuluş yolları aramak.

Ancak Atatürk, bu kurtuluş yollarından hiçbirini doğru bulmadı. O, milli kurtuluş yolunu seçti.

Atatürk’ün Nutuk’taki ifadeleriyle:

“Efendiler, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte içinde bulunduğumuz o günlerde Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkeleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşmaktan başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi.”

Atatürk, gerçekçi bir bakışla Osmanlı Devleti’nin artık çöktüğünü görebiliyor, bu durumda kendi “sağlam ve gerçek kararını” şöyle açıklıyordu:

Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millet egemenliğine dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. İşte daha İstanbul’da düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. Bu kararın dayandığı en sağlam mantık şu idi: Temel ilke Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönenmiş olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir millet uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan öteye gidemez.

Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. (...) Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.

Öyleyse, ya istiklal ya ölüm!

İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.”

Atatürk’ün milli kurtuluş yolu iki ayaklıydı. Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında ülkeyi emperyalist işgalden, milleti saraydan/sultandan kurtarmayı amaçlıyordu. Atatürk, Nutuk’ta, Samsun’a çıkarken amacının “millet egemenliğine dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak”  olduğunu açıklıyor. Yani, Atatürk’ün ikili kurtuluş planı, hem işgalci emperyalizmden hem de saraydan; sultandan/halifeden kurtulmayı esas alıyordu.

Atatürk, Nutuk’ta, artık saray saltanatını; padişahlığı ve halifeliği devam ettirmeye kalkmanın “Türk milletine karşı en büyük kötülüğü istemek” olduğunu belirterek şöyle diyor:

Osmanlı hanedanlığını ve saltanatını sürdürmeye çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü istemekti. Çünkü millet, her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlığa güvenle bakılamazdı. Artık vatanla, milletle hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve millet bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi?

Halifenin durumuna gelince; bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?”

Atatürk’e göre gerçek kurtuluş ancak vatanın tam bağımsızlığını, milletin kayıtsız şartsız egemenliğini sağlamakla mümkündü. Bunların biri eksikse ülke gerçek kurtuluşa ulaşılmış sayılmazdı.

Atatürk’ün Kurtuluş Stratejisi ve Kurtuluşun Matematiği


Atatürk, Nutuk’ta, 1919 koşullarında kurtuluş yolu ararken gördüğü çok önemli bir gerçeği şöyle açıklıyor:

Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeliyim. Millet ve ordu, padişah ve halifenin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve sadık. Millet ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken, bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun... Bu inançla bağdaşmaz görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hain, istenmez olur. Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir: Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel ilke görülmekteydi... Öyleyse kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin İtilaf Devletlerine karşı düşmanlık duruma girilmeyecekti; sonra da padişah ve halifeye canla, başla bağlı ve sadık kalmak temel koşul olacaktı.

Atatürk, bir gerçekçiydi, mucize veya hayal peşinde değildi. O bir akıl adamıydı. Ona göre kurtuluşun bir matematiği vardı. O matematiğe göre hareket ederek gerçek kurtuluşa ulaşılabileceğini biliyordu.  Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar akıllı stratejilerle ilerlerdi. Örneğin İstanbul’daki saray hükümetinin, Anadolu’daki milliyetçileri dinsiz, zındık ilan ettiği, halkın halifeye, padişaha bağlılığının sürdüğü bir ortamda, zamanı gelinceye kadar –ihanetini bilmesine karşın- halife padişahı kurtarmaktan söz etti. Çok gerekli olmadıkça İtilaf Devletlerini karşısına almamaya özen gösterdi. Karşısındaki iç ve dış cepheyi hep daraltmaya çalıştı.

Cumhuriyet, 19 Mayıs 1938


Atatürk, Nutuk’ta kurtuluş stratejisini “uygulamayı evrelere ayırmak ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmak” diye tanımlıyor. Kurtuluş planını “ilk günden açıklamak ve söylemek elbette yerinde olmazdı” diyerek adım adım ilerleme stratejisi şöyle açıklıyor: “Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz yılda yaptıklarımız bir mantık dizisiyle düşünülürse, ilk günden bugüne dek izlediğimiz genel gidişin ilk kararın çizdiği çizginden ve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Atatürk, ülkeyi cumhuriyete taşımak istiyordu. Ancak 1919-1923 Türkiye’sinde bu büyük dönüşümü gerçekleştirmek kolay değildi. Yüzde 90’dan fazlası okuma yazma bilmeyen, sanayileşmemiş ve aydınlanamamış bir din-tarım toplumunu cumhuriyete taşımak için çok akılcı bir stratejiye ihtiyaç vardı. İşte Atatürk’ün “adım adım ilerleme stratejisi” tam da böyle bir stratejiydi.

Atatürk Nutuk’ta “ülkeyi dış saldırılardan kurtarmak” amacıyla başlayan Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaştıkça “milli iradeye dayanan yönetimin bütün ilkelerini ve şekillerini evre evre bugünkü döneme kadar gerçekleştirmesinin olağan ve kaçınılmaz bir tarihi akış” olduğunu belirtiyor. “Bu kaçınılmaz tarih akışını, gelenekten gelen alışkanlığı ile hemen sezen hükümdar soyunun ilk andan başlayarak Kurtuluş Savaşı’nın amansız bir düşmanı olduğunu” söylüyor. “Bu kaçınılmaz tarih akışını ilk anda ben de gördüm ve sezinledim” diyor. Ama sezgilerini ilk anda bütünüyle açığa vurmadığını ve söylemediğini belirtiyor. “İleride olabilecekler üzerinde çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddesel savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi” diyor. Dış tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlardan “geleneklerine, düşünme yeteneklerine, ruhsal durumlarına” uymayan değişikliklerden ürkenlerin, değişime karşı direnişe geçebileceklerini söylüyor. Bu nedenle “başarı için pratik ve güvenilir yol, her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesi ve yükselmesi için sağlıklı yol buydu. Ben de öyle yaptım” diyor. Ancak “bu güvenilir başarı yolunun” yakın çalışma arkadaşları olarak bilinen bazı kişilerle aralarında “anlaşmazlıklara, kırılganlıklara ve giderek ayrılıklara” neden olduğunu da belirtiyor.

Atatürk, yakın arkadaşlarıyla ayrılığın gerçek nedenini ise şöyle açıklıyor: “Milli Mücadele’ye birlikte başlayan yolculardan kimileri milli yaşamın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmelerinde, kendi düşünce ve psikolojilerinin kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır.” Bu nedenle Atatürk, “kavramı sınırları biten” bazı yakın arkadaşları da dâhil değişime karşı çıkanların zamansız biçimde direnişe geçip Kurtuluş Savaşı’na zarar vermelerini engellemek için bir yol buluyor; “milli sır” tutmaya karar veriyor. Atatürk’ün Nutuk’taki ifadeleriyle “Ben, milletin vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulamak zorundaydım.”

Gerçekten de Atatürk, Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına giden yolda vicdanında taşıdığı “milli sır” doğrultusunda adım adım ilerledi. Önce, 1920’de üzerine padişah gölgesi düşmeyen TBMM’yi açtı. Sonra 1921’de “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” diyen ilk anayasayı hazırlattı. 1922’de saray saltanatına son verdi. 1923’te cumhuriyeti ilan etti. 1924’te halifeliğe son verdi. 1923-1938 arasında peşi sıra çağdaş devrimler yaptı. Sonunda ümmetten ulus, kuldan birey, tebaadan yurttaş yarattı. Parçalanmış, yarı bağımlı bir ümmet imparatorluğunun enkazından sadece 15 yılda tam bağımsız ve laik bir Cumhuriyet kurmayı başardı.

Atatürk’ün 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan başlayan 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan devam eden kurtuluş yolculuğu Türkiye’yi “tam bağımsızlığa”, Türk milletini de “cumhuriyete” kavuşturdu. Emperyalist işgal sona erdirildi, saray saltanatı yıkıldı; millet iki kere kurtuldu.