“Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve çok büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” (Mustafa Kemal Atatürk)


Kurtuluş Savaşı’nda düşmana karşı direnen Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşları her şeyden önce Türk milletine güveniyordu. Buna karşın Kurtuluş Savaşı’nda düşmana teslim olan Padişah Vahdettin ve saray hükümeti ise Türk milletine değil, İngilizlere güveniyordu.

Türk milletine inanıp güvenen Atatürk ve dava arkadaşları vatanı ve milleti, İngilizlere inanıp güvenen Padişah Vahdettin ve saray hükümeti ise kendilerini kurtarmanın derdindeydi. Sonunda Türk milletine inanıp güvenenler kazandı.

TÜRK MİLLETİNİN ONURUNU VE ŞEREFİNİ KORUMAK


Atatürk, Nutuk’un daha ilk sayfalarında emperyalist işgallere karşı düşünülen kurtuluş çarelerini anlatırken şöyle diyor:

“Temel ilke, Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygar insanlık dünyası karşısında uşak olmak konumundan daha yüksek bir muameleye layık olamaz.

Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlıktan yoksunluğu, güçsüzlük ve uyuşukluğu kabul etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu seviyesizliğe düşmemiş olanların başlarına isteyerek bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Oysa Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve çok büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.

O halde, ya istiklal ya ölüm!

İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.

Görüldüğü gibi Atatürk, “Türk milletinin onurlu ve şerefli bir millet olarak yaşaması” için yola çıktı. “Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve çok büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir” düşüncesiyle bir bağımsızlık savaşı başlattı.

Atatürk, Türk milletine duyduğu sarsılmaz güven ve inançla, milletle birlikte Büyük Zaferi kazandı. O yine Türk milletine duyduğu sarsılmaz güven ve inançla saray saltanatının yerine millet egemenliğini gerçekleştirdi, Cumhuriyeti kurdu.

İngilizlere Sevgi ve Hayranlık Duyan Padişah


Halife- Padişah Vahdettin, işgale karşı direnerek vatanın kurtulabileceğini düşünmüyordu. Çünkü Türk milletine güvenmiyordu. Vahdettin, İngiliz merhametine sığınmıştı; İngilizlerin bir dediğini iki etmeyerek saray saltanatını koruyabileceğini düşünüyordu.

[caption id="attachment_7176856" align="alignnone" width="1200"] Sultan Vahdettin İngiliz koruması altında. -The Illustrated, 2 Aralık 1922.[/caption]

Halife- Padişah Vahdettin, 24 Kasım 1918’de The Daily Mail muhabiri G. Word Price’e verdiği bir demeçte şöyle diyordu: “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Harbi’nde İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım...” (Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri,  s. 3-4)

Görüldüğü gibi Halife- Padişah Vahdettin, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması’nın üstünden bir ay geçmeden “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularını” babasından miras aldığını söylüyordu. Böylece İngilizlere yaranma politikası da başlamış oluyordu.

Türkiye’yi 15 Yıllığına İngilizlere Bırakma Teklifi


Halife- Padişah Vahdettin, işgale karşı direnmek şöyle dursun, İngiltere’nin bir an önce yönetime el koyması için adeta yalvarıyordu. İngiliz General Milne, 16 Aralık 1918 tarihli raporunda, “Padişahın, Sami Beyi genel karargâha gönderdiğini, Türkiye’nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için Britanya Hükümeti’nden istirhamda bulunduğunu, barışın beklenilmesi halinde geç kalınmış olacağını, Britanya memurlarının kontrol maksadıyla memleket dâhiline gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarını rica ettiğini” bildiriyordu. (Jaeschke, s.4)

10 Ocak 1919’da İstanbul’dan Balfour’a gönderilen özel bir mektupta da “Padişahın daima İngiliz dostu olduğu, şimdi bütün ümidini Britanya’ya bağladığı... Hakiki bir yardımı ve nihai dostluğu İngiltere’den beklediği... Haşmetli kralın hükümetinin kendisine halifelik makamında destek olup olmayacağını sorduğu...” bildiriliyordu. (Jaeschke, s.4)

Sarayın İngilizciliği, Türkiye’yi 15 yıllığına İngiliz yönetimine bırakmayı teklif edecek kadar ileri düzeydeydi.

Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin’le birlikte hazırladıkları bir projeyi 30 Mart 1919’da İngiltere’ye sundu. Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiserine, “Babası Abdülmecit’in, Vahdettin’i, İngiliz devletine ve İngilizlere dostluk duygularıyla yetiştirdiğini, bugün takip ettiği gayenin Osmanlı Hükümeti’ni, İngiltere devleti fahimesine mutlak bir teslimiyetle bağlamak olduğunu” söyleyerek bu projeyi takdim etti. (Jaeschke, s.4-5)

Daha açık konuşması istenince Damat Ferit cebinden bir kâğıt çıkardı: Padişah Vahdettin ile birlikte hazırladıkları Türkçe bir projenin taslağını okumaya başladı:

“İngiltere (...) Türkiye’nin ecnebilere karşı bağımsızlığını ve memleket dâhilinde sükûnu temin etmek için lüzum gördüğü yerleri 15 yıl müddetle işgal edecektir... İngiltere dostluk hisleriyle duygulanarak Osmanlı nezaretlerinde lüzumlu görülen yerlere İngiliz müsteşarlarının sultan tarafından tayinlerine onay verecektir. Bundan başka İngiltere Hükümeti, her vilayete birer İngiliz Başkonsolosu tayin edecek ve bu konsoloslar 15 yıl müddetle vali nezdinde müşavirlik vazifesi görecektir. Vilayet Belediye Meclisleri ve seçimleriyle parlamento üyelerinin seçimi İngiliz konsoloslarının kontrolleri altında yapılacaktır. İngiltere hem payitahtta (İstanbul’da) hem vilayetlerde maliyeyi sıkı bir kontrole tabi tutmak hakkına sahip olacaktır. Anayasa, Doğu halkının siyasi yetenek ve kabiliyetine uygun olarak sadeleştirilecektir.” (Jaeschke, s.5)

Açıkça görüldüğü gibi Halife- Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, son derece onursuz biçimde Türkiye’yi 15 yıllığına İngiltere’ye teslim ediyorlardı. Ne diyor Atatürk Nutuk’ta: “Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlıktan yoksunluğu, güçsüzlük ve uyuşukluğu kabul etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu seviyesizliğe düşmemiş olanların başlarına isteyerek bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.” Ancak Halife- Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit “başlarına isteyerek bir yancı efendi getiriyorlardı.” Çünkü Türk milletine güvenmiyorlardı. Atatürk, “Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve çok büyüktür. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir” diyerek “ya istiklal ya ölüm” parolasıyla yola çıkarken, Halife Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Türk’ün onurundan, gururundan, yeteneğinden habersiz, Türkiye’nin yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakıyorlardı.

Halife Padişah Vahdettin, İngiltere’ye yalvarmaya devam etti. 15 Temmuz 1919’da The Morning Post gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “Sevgili babam Sultan Abdülmecit İngiltere’nin büyük dostu ve bu memleket ile Fransa’nın müttefiki idi. Ben daima İngiltere’ye hayranlık besledim. Daima İngiltere’ye dost bir siyasetin destekçisi oldum. Biz İngiliz milleti ile hükümetinin insaf ve insanlık duyguları ile adaleti temin için bize yardım edeceklerini ümit etmekteyiz.” (Jaeschke, s. 5-6)

Sadrazam Damat Ferit, 4 Mart 1919’da sadrazamlığa gelir gelmez İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Richard Webb’i ziyaret edip İngilizlerden yardım dilendi. Amiral Webb, 9 Mart 1919’da, bu ziyaret hakkında şunları anlatıyor: “Bana ilettiği çeşitli teminatında kendisinin ve padişahı efendisinin ümitlerinin Allah’tan sonra İngiltere Krallık Hükümeti’ne bağlandığını beyan etti.” (Jaeschke, s. 8-9)

Damat Ferit, ayrıca Amiral de Robeck’e, “Padişahın ve kendisinin hayat ve hürriyetlerini koruyup korumayacaklarını” sordu. Bu soruya Amiral de Robeck şu yanıtı verecekti: “Padişahın, kendisinin ve adamlarının selametini sağlayacak her türlü tedbir alınacaktır.” (Jaeschke, s.9)

Halife- Padişah Vahdettin İngilizlere güvenerek, İngilizlere yaranarak, hatta ülkeyi İngilizlere teslim ederek kendini kurtarmaya çalışıyordu. Kurtuluş Savaşı sonunda “hayatım tehlikede” diyerek İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı. (17 Kasım 1922)

Milleti “Koyun Sürüsü” Olarak Gören Padişah


16 Mart 1920’de İstanbul, İtilaf devletlerince resmen işgal edildi.

16 Mart 1920 öğleden sonra Sivas Milletvekili Hüseyin Rauf (Orbay), Başkan Vekili ve Balıkesir Milletvekili Abdülaziz Mecdi Efendi ve Konya Milletvekili Hoca Vehbi Efendi’den oluşan bir heyet Yıldız Sarayı’nda Padişah Vahdettin’in huzuruna çıktı.

Heyet üyeleri, düşüncelerini açıkça Vahdettin’e söylediler. Padişahın Türk milletine güvenmesini istediler. Vahdettin ile heyet arasında şu konuşma geçti:

Vahdettin: “Ecnebiler her şeyi yapacak vaziyettedirler. Meclis-i Mebusan müzakerelerinde sözlerinize fazlaca dikkat etmelisiniz.”

Hoca Vehbi Efendi: “Efendim! Anadolu birlik halindedir. Hem vatanımızın istiklalini hem de makamınızı ve sizi kurtarmaya azmetmiştir. Müsterih olunuz Padişahım!

Vahdettin: “Yok, yok hoca! Meclisteki sözlerinize dikkat ediniz. Filli hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir.”

Abdülaziz Mecdi Efendi: “(Dolmabahçe önünde demirli düşman donanmasını göstererek) Padişahım! Bu kâfirlerin zoru işte bu su kenarına kadar geçer, ötesine sökmez. Anadolu’da millet yekvücut ve polat gibidir, azimlidir. Memleketin selameti için atıldığı mücadelede mutlaka muvaffak olacaktır. Bundan emin olunuz.”

Vahdettin: “Hoca dikkat ediniz! İsterlerse yarın Ankara’ya giderler.”

Hüseyin Rauf (Orbay): “Padişahım! Millet hudutları dâhilinde istiklalini ve makamınızı kurtarmaya azmetmiştir. Milletin sizden istediği Meclis kararı olmadan herhangi bir anlaşmayı imzalamamanızdır. Aksi takdirde akıbeti çok vahim ve karanlık görüyorlar.”

Bu sözler üzerine sinirlenen Vahdettin, koltuğundan kalkıp şöyle dedi: “Bir millet var koyun sürüsü, buna bir çoban lazım bu da benim.” (Rauf Orbay, Siyasi Hatıralarım, Cehennem Değirmeni, s. 342-345; Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s.349-350)

Kısacası, “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duyguları” beslediğini söyleyen Vahdettin, Türk milletini ise “koyun sürüsü” diye adlandırmıştı.

İşte bugün birilerinin aklamaya çalıştığı Vahdettin bu.

Konuyu sadece Vahdettin ekseninde değerlendirmek eksik olur. Milleti “koyun sürüsü” diye gören anlayışın köklerini de bilmek gerekir.

Çürümüş Gölge Adamlar


Osmanlı halife padişahları kendilerini “zıllullah”, yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görüyordu. Padişah “rai” (çoban), halk ise “reaya” (sürü) olarak görülüyordu. Reayanın kaderi rainin iki dudağı arasındaydı. Saray saltanatı “kulluk” düzenine dayalıydı. Atatürk, saltanatı, hilafeti kaldırıp, Cumhuriyeti ilan ederek bu kulluk düzenine son verdi. Böylece sarayın kulları, ulusun özgür ve eşit bireyleri haline geldi.

Atatürk, kendini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören halife padişahlardan “çürümüş gölge adamlar” diye söz ediyordu. Ona göre saltanatın kaldırılması, düşmanın denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir adımdı. 1924’te aynen şöyle demişti: “Sarayların içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhinde yürüyen çürümüş gölge adamların Türk vatanından kovulması, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.

Atatürk, yine Kurtuluş Savaşı sonrasında 1927’de İstanbul’a ilk gelişinde Dolmabahçe Sarayı’nda İstanbul halkına şöyle seslenmişti: “Artık bu saray Allah’ın gölgelerinin değil, gölge olmayan, gerçek olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olmakla bahtiyarım.”

Atatürk’ün şu sözleriyle bitirelim: “Türk milletinin karakteri yüksektir, Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.”