“Abdülhamit devrinde idi. 1905 tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım.” (Atatürk, 27 Ocak 1923)


Atatürk’ün kurduğu “Laik Cumhuriyeti” dönüştürmek isteyen iktidar, II. Abdülhamit’i öne çıkarmaya devam ediyor. Örneğin, geçtiğimiz hafta AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni sondaj gemisine “Abdülhamit Han” adını verdiklerini açıklarken, yine geçtiğimiz hafta “Abdülhamit sansürünü” hatırlatan sosyal medya yasası Adalet Komisyonu’ndan geçti.

Bugünkü konumuz hafiye, jurnal, sürgün ve sansürle şekillenen Abdülhamit’in baskı rejimi.

Baskı Rejiminin Psikolojik Temelleri


II. Abdülhamit tahta çıkmadan kısa bir süre önce amcası Abdülaziz tahtan indirilmiş ve çok geçmeden intihar etmiş veya öldürülmüştü. Akıl sağlığını yitiren ağabeyi V. Murat da tahttan indirilerek Çırağan Sarayı’na hapsedilmişti. Yani. II. Abdülhamit, bir yıl içinde iki padişahın tahttan indirildiğine tanık olmuştu. Üstelik bunlardan biri hayatını kaybetmişti. Bu nedenle II. Abdülhamit 1876’da tahta çıkarken aşırı kuşku ve korku içindeydi.

II. Abdülhamit’in doğuştan gelen aşırı kuşkuculuğu, tahttan indirilme ve öldürülme korkusuyla da birleşince, 33 yıllık saltanatı kelimenin tam anlamıyla bir “korku saltanatı” haline gelecekti.

Korku Saltanatının Kuruluşu


Kendisini sürekli hayali tehlikeler ve suikastlar içinde gören ve zamanla kuşkularının ve korkularının esiri olan II. Abdülhamit, her şeyden önce kendi canını ve tahtını koruma derdine düşmüş; o kendini korumaya çalışırken devlet uçuruma yuvarlanmıştı.

Örneğin, II. Abdülhamit’in Mithat Paşa korkusunun Tunus’un kaybedilmesinde etkili olduğu yaygın bir görüştür. Şöyle ki, 1881’de Fransa, Tunus’u işgal etmişti. Bu sırada İzmir’de valilik yapan Mithat Paşa, saray tarafından tutuklanmak istendiğini anlayınca İzmir Fransız Konsolosluğu’na sığınmıştı. Mithat Paşa’yı Fransızlardan geri almak isteyen II. Abdülhamit, Tunus’un işgaline gerekli tepkiyi göstermemiş ve Tunus kaybedilmişti. Mısır meselesinde de -kendisine yönelik darbe korkusu nedeniyle- asker toplamakta tereddüt edince Mısır İngilizlerce işgal edilmişti.

Abdülhamit’in korkuları yüzünden elektrik ve telefon gibi teknolojik icatlar Osmanlı’da ancak Meşrutiyet Dönemi’nde yaygınlaşabilmişti.

II. Abdülhamit’in aşırı kuşkusu ve büyük korkusu bakanları, orduyu, öğrencileri, ulemayı ve tüm sistemi çok sıkı biçimde kontrol etmesine neden olmuştu.

Devlet görünüşte Babıali’den, gerçekte saraydan yönetilirdi. Nazırlar (bakanlar) neredeyse yetkisizdi. Bakan atamaları genelde bakanların haberi bile olmadan yapılırdı. Sorunlar sarayda görüşülür ve sarayda çözülürdü. Yabancı elçiler bile önemli işleri doğrudan doğruya sarayla görüşürdü. Bu durumu bilen bakanlar, koltuklarını korumak için saraya olabildiğince yanaşmaya çalışırdı. Devlet kademelerine getirilenler liyakata göre değil, sadakate göre belirlenirdi. II. Abdülhamit, kendisine en sadık sadrazamı bulmak için çok sayıda sadrazam denemişti. Örneğin, Eylül 1876’dan Aralık 1882’ye kadar 6 yıl 2 ay içinde tam 16 sadrazam değiştirmişti. İçlerinde 7, hatta 2 gün sadrazamlık yapanlar bile vardı. II. Abdülhamit aradığı sadık sadrazamı 1895’te bulabilmişti. “Beni hiçbir zaman telaşa düşürmedi” dediği 68 yaşındaki hasta Halil Rifat Paşa’yı sadrazamlığa getirmişti. 1897’de İstanbul’a gelen bir Fransız yazar Halil Rifat Paşa için “İştah açıcı bir rüşvete hiç dayanamaz” diye yazacaktı. II. Abdülhamit, kendisine en çok biat edenleri seçerdi. Hatta çeşitli rütbelerle, nişanlarla, ödüllerle, hediyelerle, yüklü maaşlarla kolayca satın alabildiği kişileri özellikle tercih ederdi. Kendisine sadık olacaklara yalılar, konaklar ve çiftlikler ihsan ederdi. Kendisine muhalif olanları da parayla veya çeşitli görevlere getirerek satın almaya çalışırdı. Kontrol edip satın alamadığı tehlikeli kişileri ise genelde sürgün ederdi.

Abdülhamit’in “korku saltanatı” dört temel kavram etrafında şekillenmişti: hafiye, jurnal, sürgün ve sansür...

Hafiye, Jurnal ve Sürgün


Kuşkuları ve korkuları nedeniyle şehzadeleri sürekli kontrol alında tutan ve halktan uzak biçimde Yıldız Sarayı’nda askerler ve muhafızlar arasında yaşayan II. Abdülhamit, yine de kendini güvende hissetmezdi.

II. Abdülhamit’in kuşkuları ve korkuları her şeyi denetleme ve herkesi kontrol etme içgüdüsüne dönüşmüştü. Bu nedenle bir hafiye teşkilatı kurmuştu.

Kuşkusuz hafiyelik çıkarcı, bencil, rezil insanların mesleğiydi. II. Abdülhamit, İstanbul’da bir hafiye ordusuna sahipti. II. Abdülhamit’in güvenini kazanmanın ilk şartı ona jurnal vermekten geçiyordu. “Herkesin herkesi denetlemesine ve doğru yanlış, gördüğü, duyduğu veya sandığı şeyleri saraya bildirmesine ‘jurnalcilik’, bu yoldaki bilgileri taşıyan kâğıtlara ‘jurnal’ denirdi.” (Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, C.1, K.2, s. 221)

Padişah, kendisine hafiyelik yapanlara para ve çeşitli hediyeler verirdi. Hatta bunların önde gelenlerine saraylar, köşkler, çiftlikler tahsis ederdi. Örneğin, padişahın en önemli hafiyelerinden Fehim Paşa’ya 6.000 liraya Nişantaşı’nda bir konak yaptırılmıştı. II Abdülhamit sadece parayla, köşklerle, çiftliklerle yetinmez, hafiye yapmak istediği kişilere rütbeler, nişanlar ve unvanlar da verirdi. II. Abdülhamit’in yerli hafiyeler yanında yabancı hafiyeleri de vardı. II. Abdülhamit’in son dönemlerinde hafiyeliği meslek edinenlerin sayısının 30.000’i bulduğu söyleniyordu.

[caption id="attachment_7203283" align="alignnone" width="1200"] Cevdet Kudret’in Abdülhamit Devrinde Sansür adlı kitabı.[/caption]

II. Abdülhamit’in hafiyelerden ve jurnalcilerden oluşan korku imparatorluğunun merkezi Yıldız Sarayı’ydı. Sarayda birkaç kişinin bir araya gelmesi, dostluk kurması, hatta muhabbet etmesi bile yasaktı. Herkes birbirinin açığını kollar durumdaydı.

Hafiyelerin her gün saraya getirdiği jurnaller, zarflar içinde II. Abdülhamit’in dairesine getirilir, önemli kişilerin jurnalleri ise Nadir Ağa tarafından padişaha sunulurdu. Doğrudan kendisine sunulan jurnalleri bizzat açıp okuyan padişah, kendisine sunulan bütün jurnalleri okumamakla birlikte hepsini saklardı. II. Abdülhamit tahttan indirildikten sonra sarayda açılmamış jurnaller bulunacaktı.

Hafiyeler dört sınıfa ve birçok bölgeye ayrılmıştı. İstanbul’da özellikle Yıldız ve Beşiktaş civarında kuş uçsa padişahın haberi olsun istenirdi. Beyoğlu, Kadıköy, Ayastefanos ve Bakırköy de hafiyelerin gözetimi altındaydı. Hafiyeler ayrıca özelikle tersaneler, askeri okullar, Mevlevihaneler, Babıali, tekke ve zaviyeler ile liman dairesi gibi kuşku duyulan yerlerde görevlendirilirdi. Fehim Paşa gibi yüksek rütbeli hafiyeler İstanbul’un kumarhanelerinden ve genelevlerinden pay alırlardı.

Abdülhamit’in ordudan sonra en çok korktuğu kesim öğrencilerdi. Bu nedenle padişahın büyük okullar için özel hafiyeleri vardı. Özellikle Harbiye ve Tıbbiye’de Abdülhamit adına çalışan öğrenci kılıklı hafiyeler çoktu. Öğrencilerin okul sıralarında, dolaplarında, evlerinde arama yapılır, sakıncalı evrak bulunduranlar Taşkışla’da kurulan Reşit Paşa Divanı Harbi’ne verilirlerdi. Birçok Tıbbiye öğrencisi “padişaha kötü söz söylediler” diye okuldan atılmış, kürek ve hapis cezalarına çarptırılmıştı. Hatta bazı öğrenciler 27 Ağustos 1897’de Trablusgarp’a sürgün edilmişti. Şeref Vapuru ile Fizan’a sürgün edilen 78 kişiye “Şeref Kurbanları” denilmişti. Divanı Harbe verilen Harbiye ve Tıbbiye öğrencileri genelde bir daha okula alınmaz, İstanbul’da tutulmayarak taşradaki birliklere sürgün edilirlerdi. Beşiktaş Muhafızlığı’nda, Taşkışla’da ve Bekirağa’da dayak yiyen, işkence gören gençlerin sayısı hiç de az değildi.

Harbiye’de Abdülhamit’in hafiyelerinden nasibini alan öğrencilerden biri de genç Mustafa Kemal’di. O günlerde genç Mustafa Kemal, Harbiyeli arkadaşlarıyla gizli bir okul gazetesi çıkarmıştı. Bir gün okul hafiyelerine yakalanmış, ancak okul müdürü Rıza Paşa olayın büyümesini engellemişti. Mustafa Kemal, Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’da arkadaşlarıyla birlikte kaldıkları apartmana sızan bir hafiyenin jurnali yüzünden tutuklanmış, hapsedilmiş ve birkaç ay tutuklu kalmıştı. Mustafa Kemal, daha sonra Suriye’ye sürgün edilmiş, 1905’te Şam’da bir süvari kıtasında staja başlamıştı. (Vakit, 10 Ocak 1922)

II. Abdülhamit tamamen kurtulmak istediği muhaliflerini ise ustaca ortadan kaldırmıştı. Örneğin Mithat Paşa ve Mahmut Paşa’yı adil olmayan bir yargılamadan sonra Taif’e sürmüş -yaygın kabule göre- orada öldürtmüştü.

II. Abdülhamit’in son yıllarında toplanma yasağı iyice şiddetlenmişti. Nikâh, düğün ve sünnet gibi toplantılar için bile zaptiyeden izin almak şarttı.

Kısacası II. Abdülhamit hafiyelerle, jurnallerle, sürgünlerle nefes aldırmayan bir istibdat düzeni kurmuştu.

II. Abdülhamit Sansürü


II. Abdülhamit döneminde basın sansürü 1877’de Sıkıyönetim Nizamnamesi’yle başladı. 1888 ve 1894 yıllarında yayınlanan talimatlarla sansürün dozu artırıldı. Gazeteler basılmadan önce Matbuat Dâhiliye Müdüriyeti’nde sansür kurulunca kontrol edilirdi. Gazetelerde sansür edilen yerler boş çıkardı.

II. Abdülhamit döneminde basının uyması gereken belli başlı kurallar şunlardı:

Padişahın sıhhat ve afiyeti hakkında dualar edilecekti.

Ekonominin çok iyi durumda olduğu anlatılacaktı.

Uzun ve ayrıntılı bilimsel ve edebi makaleler yazılmayacaktı.

Memurların yolsuzluğundan bahsedilmeyecekti.

Yabancı ülkelerdeki suikast, gösteri gibi olaylardan söz edilmeyecekti.

II. Abdülhamit basını kontrol etmek için gazetelere aylık ödenek bağlamıştı. Bu ödenek, gazete sahiplerinin saraya bağlılıklarına göre değişirdi. Saray hakkında övücü yazılar kaleme alanlar rütbe ve nişanlarla ödüllendirilirdi. Ramazanlarda saraya giden gazetecilere önemlerine göre “diş kirası” verilirdi. Abdülhamit kontrol etmek istediği yabancı basına da hediyeler verir, ihsanlarda bulunurdu.

II. Abdülhamit’i rahatsız eden çok sayıda kelime gazetelerde yasaklanmıştı. Örneğin yıldız, cinnet, Kanuni Esasi, ihtilal, anarşi, anarşist, grev, dinamo, dinamit, bomba, hürriyet, müsavat, uhuvvet, vatan, millet, zulüm, sosyalizm, beynelmilel, Cumhuriyet, ayan, mebusan, kıta, infilak, veliaht, hasta, Mithat Paşa, Sultan Murat, Namık Kemal, hatta Abdülhamit’in burnunu çağrıştırdığı için “burun” ve Girit’i çağrıştırdığı için “geride” kelimeleri bile yasaktı. Balon ve tayyareden söz etmek de hoş karşılanmazdı.

Sevet-i Fünun dergisi bir sayısında çeşme başında dua eden bir yaşlı adam resmi basmak istemişti. Matbuat Müdürü, bunun “İşimiz duaya kaldı!” diye yorumlanabileceğini belirterek izin vermemişti. Saadet gazetesinde İsmail Safa “Bahar gelmeyecek mi /Bahar gelmeyecek mi ?” diye yazınca sansür kurulu çileden çıkmıştı.

Gazeteler Rusya’da meclisin açıldığı, İran’da anayasanın ilan edildiğini yazmaya korkmuştu. Yabancı hükümdarlara yönelik suikast haberlerini de verememişlerdi.

Sarayın başarısız siyaseti ortaya çıkmasın diye Mısır, Sudan, Trablusgarp, Girit, Yemen, Ermenistan, Bulgaristan’dan söz etmek bile yasaktı.

Sadece gazeteler değil, dergiler ve kitaplar da sansürden geçerdi. Önceleri kitap sansürüne Maarif Nezareti’ne bağlı “Encümeni Teftiş ve Muayene” adlı kurul bakmıştı. Daha sonra başka kurullar kuruldu. Özellikle tarih kitapları çok sansür edilirdi. Padişah tarihten de korkuyordu; bazı sınıflarda tarih derslerini yasaklamıştı.

Yurt dışından gelen postalar sıkı kontrol edilirdi. Gümrük memurları bir kitabın herhangi bir sayfasını koparabilirdi. Cahil sansür memurlarından biri Avrupa’dan gelen bir “Termodinamik” kitabında geçen “dinamik” kelimesini “dinamitle” özdeşleştirerek kitabın yurda girişini yasaklamıştı.

1902’de yasaklanan birçok kitap Çemberlitaş Hamamı’nda yakılmıştı. 1902’de Matbaayı Amire kapatılmıştı. Devlet matbaası Meşrutiyetin ilanına kadar 6 yıl kapalı kalmıştı.

Sansür ve baskı nedeniyle birçok aydın ve gazeteci yurt dışına kaçtı. Avrupa’da Jön Türk basını doğdu. II. Abdülhamit, muhalif gazetecilerden hoşlanmazdı. Özellikle Yeni Osmanlı aydınlarından Ziya Paşa ve Namık Kemal’den rahatsızdı. Ziya Paşa’yı Suriye valisi yaparak İstanbul’dan uzaklaştırmıştı. Namık Kemal ise bir jurnal üzerine tutuklanmıştı. Berat etmesine rağmen Girit’te ikamete mecbur bırakılmıştı. O Midilli’yi tercih etti. 2.5 yıl sonra Midilli mutasarrıfı yapıldı. Sonra Rodos, son olarak da Sakız mutasarrıflığında görevlendirildi.

II. Abdülhamit Dönemi’nde sudan bahanelerle gazeteler ve dergiler kapatıldı. İmtiyaz sahipleri cezalandırıldı.

II. Abdülhamit sansürü, Osmanlı’da özellikle politik ve sosyal tartışmaları engelledi. Bu durum Yeni Osmanlılarla başlayan ulusal bilincin gelişme sürecini olumsuz etkiledi.

Sözün özü, yeni istibdatlarla karşılaşmamak için Abdülhamit istibdadından ders almak gerekirdi.

Kaynakça:


- Cevdet Kudret, Abdülhamit Döneminde Sansür, 2.C. İstanbul, 1977.

- Süleyman Kani İrtem, Abdülhamit Döneminde Hafiyelik ve Sansür, İstanbul, 1999.

- Orhan Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, İstanbul, 1987

- Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, C.1, K.2, Ankara, 1964.

- İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mithat Paşa ve Taif Mahkûmları, Ankara, 1992.

- Ali Fahri Ağababa, Şeref Kurbanları, İstanbul, 2007.