GAZETECILIK eğer evrensel tanımında olduğu gibi, toplumun gerçekleri öğrenme hakkı için yapılıyorsa, dünyanın her yanında zor meslektir.

Türkiye benzeri, ekonomik sıkıntılarla boğuşulan ve yargının siyasal baskı altına alındığı ülkelerde ise zor olmanın ötesinde tehlikelerle doludur.

İktidarın hoşuna gitmeyen haberler yapan, köşe yazıları kaleme alan bir gazetecinin gecenin bir yarısında, ya da sabahın karanlık saatlerinde alınıp götürülmeyeceğinin garantisi yoktur.

Her şey yandaş bir kalemşorun hedef göstermesiyle başlar. Ardından sosyal medya linçleri gelir ve bir savcının harekete geçmesiyle, gazeteci apar topar demir parmaklıkların ardını boylar.

Ama gerçeğin peşinde koşan gazeteciler bilirler ki hakikat, tıpkı bir sel gibidir ve ondan büyük güç yoktur. Zira sel, önüne çıkartılan engelleri yıkıp geçer ve hedefine ulaşır.

Selden zarar görmemek için selin oluşumunu önlemek, örneğin dere yataklarını daraltmamak gerekir.

Toplumsal açıdan bakıldığında ise; düşünce ve basın özgürlüğünün baskı altına alınması, dere yatağının daraltılmasına benzer. Bu özgürlükler ne kadar kısıtlanırsa kısıtlansın, hakikat hedefine ulaşacak yolu mutlaka bulur.

Tıpkı şimdi okuyacağınız olaydaki gibi:

★★★

Aylardır ulaşmaya çalıştığı belge nihayet önünde duruyordu.

İçinden “Tamam” diye geçirdi. “Artık bombayı patlatabiliriz!..”

O sırada telefon çaldı. Arayan patronun sekreteriydi.

“Seni çağırıyor, hemen gel” dedi.

Son dönemde patronun sık sık çağırmasına alışmıştı!

“Acaba yine ne oldu? Kimin kuyruğuna bastık” diye düşündü…

★★★

Koridoru hızla geçip, görkemli yönetim odasına girdi.

Sekreter her zaman olduğu gibi, güler yüzle ve ayakta karşıladı.

Ülkenin en sevilen gazetecilerinden biriyle aynı ortamda çalışmaktan çok mutluydu.

“Annemin özel selamları var. Biliyorsun o da seni çok sever” dedi.

“Senin gibi güzel ve akıllı bir evlat yetiştiren annene selam ve saygılarımı söyle lütfen! Patronun neden çağırdığını biliyor musun?”

“Hayır, ama bugün çok düşünceli!..”

★★★

İçeriye girdi. Sekreterin dediği gibi, patronun suratı bir karış asıktı.

“Hayrola patron, nedir bu halin? Yine bir sorun mu var?..”

“Otur da anlatayım!”

Babacan görünümlü patron önce hal hatır sordu, sonra ekran başarılarını kutladı.

“Reytingin çok iyi, bana kazandırıyorsun. Teşekkür ederim” dedikten sonra konuya girdi:

“Ama haberlerin beni sıkıntıya sokuyor! Dün yine arayıp uyardılar!”

“Kim aradı?..”

“Kim arayabilir, o!.. Daha doğrusu onun adına (…..) aradı!..”

“Peki ne söyledi?”

“Senin üzerlerine çok gittiğini, buna bir çözüm bulmam gerektiğini söyledi!”

“Ne yapmışım, nasıl üzerlerine gitmişim?..”

“Son programında, ‘Bu dava ülkenin kırılma noktasıdır. Zulümle soruşturma arasında ince bir çizgi vardır. Soruşturmada bu çizgi aşılmıştır’ demişsin. Ona çok bozulmuş!”

“Peki öyle değil mi? Siz de bu kanıda değil misiniz? Dava zulme dönüşmedi mi?..”

★★★

Patron hemen cevap vermedi. Önündeki kahveden bir yudum aldı. Her tarafı kaşınıyordu!.. Omuzlarını, kollarını, göğsünü durmaksızın kaşıyordu!..

“Halimi görüyorsun!.. Beni iyi dinle” dedi. Derin bir nefesle birlikte kahveden iri bir yudum daha aldı.

“Söylediklerin doğru ama bunları ısrarla anlatmak zorunda mısın? Bu kadar ciddiyet fazla değil mi? İnsanların eğlenmeye de ihtiyaçları var! Biraz da eğlendirsen fena mı olur?”

Ünlü televizyon habercisi, artık yol ayrımına geldiğinin farkındaydı.

“Bu davada herkes suçlu ilan ediliyor. İnsanlar suçlu olmadıklarını ispat etmek zorunda bırakılıyor. Eğer bunun üzerine gitmezsek, perde arkasında kimler olduğunu, kimlerin bu oyunu oynadığını görmek için çok geç olacak! Bizim görevimiz kimseye iftira atmadan gerçekleri gözler önüne sermek, toplumu bilgilendirmek. Bizler, yani işi gücü tıkırında olanlar, rahatımızı kaçıracak her türlü bilgiden kaçarsak, hem aynı akıbetten kurtulamayız, hem de gelecek kuşaklara kendimizi affettiremeyiz!..”

Patron kararlıydı.

“Ama unutma, sonuçta ben iş adamıyım. Haberlerin işlerime zarar veriyor!..”

Anlaşılan bıçak kemiğe dayanmıştı.

“O halde bana müsaade patron!” dedi. “Mesleğimin ilkelerine ihanet etmeye, aynalara tükürmeye niyetim yok!..”

El sıkışıp ayrıldılar.

★★★

Okuduğunuz konuşma, 1950’li yıllarda Amerika’da gerçekleşti.

★★★

Ülkenin önde gelen televizyon kanallarından CBS’in patronu Paley, kendisine saygın reyting ve para kazandıran, televizyon tarihinin en başarılı habercilerinden Edward (Ed) Murrow’a üç aşağı beş yukarı bunları söyledi.

Kendisini arayıp Murrow’u işten atmasını isteyen faşist Senatör Joseph (Joe) Mc Carthy idi.

Carthy’nin hedeflerine artık bir yenisi eklenmişti.

Komünistlik yaparak hükümeti yıkmaya çalışmakla suçlanan Albert Einstein, Orson Welles, Bertolt Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller ve Paul Robson gibi aydınlar, sanatçılar ve düşünürlerin yer aldığı “hainler(!)” listesine, Edward Murrow’un adı da eklenmişti.

Tetikçiler için Murrow’a atış serbestti. Uğramadığı iftira, hakaret ve yemediği küfür kalmadı.

Faşist Mc Carthy senatoda konuşuyor, televizyonlara çıkıyor, elini cebine götürerek 200 kişilik bir suçlular listesi olduğunu öne sürüyordu…

★★★

Cadı avına dönüşen dava 4 yıl sürdü.

Listedeki hiçbir kişinin suçluluğu kanıtlanamadı!

Ama iftiraya uğrayanlar arasında intihar edenler, sefalete sürüklenenler ve Amerika’yı terk etmek zorunda kalanlar oldu.

Örneğin Charlie Chaplin İsviçre’ye yerleşti.

Aydınlar ve sanatçılar arasında işini gücünü kaybetmemek için “itirafçılığı” seçenler de vardı!..

Zira 10 kişiyi ihbar eden “muhbir” hem soruşturmadan kurtuluyor, hem de para içinde yüzüyordu.

En ünlü muhbir ise yönetmen Elia Kazan’dı.

Kazan, “Rıhtımlar Üstünde” gibi çok başarılı filmlere imza atmasına rağmen, cadı avının acısını yaşayan meslektaşlarının lanetinden hiçbir zaman kurtulamadı!

Bir suçlu gibi öldü!..

Dava bittiğinde Senatör Mc Carthy tüm inandırıcılığını yitirmiş, üstelik bir yığın pisliği ortaya çıkmıştı. Bir daha seçilemedi. Sokağa çıktığında insanlar suratına tükürürcesine bakıyorlardı!..

★★★

Her zaman doğruları söylemekten yılmadığı için işsiz kalan, iftira yağmuruna tutulan, itibarsızlaştırılmaya çalışılan televizyon habercisi Edward Murrow ise Amerikan efsanelerinden biri haline geldi.

George Clooney, onun insanlık tarihine geçen mücadelesini 2005’te beyaz perdeye taşıdı.

Adını Murrow’un programını kapatırken söylediği “Güzel Geceler, Bol Şanslar”dan alan film, onun şu sözleriyle bitiyordu:

“Televizyonun gerçek amacı insanları meşgul etmek, kandırmak, eğlendirmek ve izole etmektir! Bunun farkına varmazsak, perde arkasında kimler olduğunu, kimin bu oyunu oynadığını görmek için çok geç olacak!.. Güzel geceler, bol şanslar!..”